Sevgi Haktan, Kin Nefisten Doğar
Takvâ, Hakk’ı Sevmekle Değil, Hakk İçin Sevmekle Ölçülür
“Din” diye çevrilen millet kelimesi, “Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah’a yakınlaştıran yol; dinî ilkelerin ve kuralların bir toplum tarafından benimsenip gelenekleştirilmiş şekli” anlamına gelir. Başka bir tanıma göre millet, Allah’ın koyduğu kuralları ve ilkeleri, din de kişinin uyguladığı kuralları ve ilkeleri ifade eder. Buna karşılık dinin aslî biçimine olduğu gibi, az çok yozlaştırılmış şekline de millet denilebilir. Nitekim âyette millet kelimesinin, ikisi de tahrife uğramış olan Yahudilik ve Hıristiyanlık için kullanılmış olduğunu görüyoruz. Milletin dinden bir başka farkı da, sadece bir peygambere veya bir topluluğa nisbet edilebilir olmasıdır. Meselâ “İbrâhim’in milleti, hıristiyan milleti, İslâm milleti” denilebildiği halde “Ahmed’in milleti, Ali’nin milleti” denilmez; buna karşılık din kelimesi her durumda kullanılır. Ayrıca Allah’ın dini (dînullah) denilir, fakat Allah’ın milleti (milletullah) denilemez (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mll” md.).
Bir önceki âyette buyurulduğu gibi Hz. Muhammed, gerçek bir elçi sıfatıyla bütün insanlar için bir rehber, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş olmasına rağmen, Medine’deki yahudiler tam bir taassup ve tutuculukla Hz. Peygamber’e ve İslâm’a karşı tavır almışlar; ona ve onun getirdiği yeni dine uymaları ve bu dinin gerçekleştirdiği yenilikleri benimsemeleri gerekirken, tam tersine Peygamber kendi dinlerini benimsemedikçe ondan asla hoşnut olmayacaklarını ortaya koyan bir tutum sergilemişlerdir. Fakat Allah nezdinde önemli olan, şu veya bu kişi ya da zümrenin hoşnutluğunu kazanmak değil, hidayet üzere olmak, doğru ve kurtuluşa götüren yolu izlemektir.❤️💕 Bu yol ise Allah’ın yoludur; O’nun bildirdiği iman esaslarını, ibadet ve hayat tarzını benimseyip yaşamaktır. Bunlara dair bilgi geldikten sonra, yani Allah Teâlâ resulüne vahiy yoluyla hak dini ve onun esaslarını bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanların arzularına uymak, İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibadet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün değildir; bunu yapan bir kimse Allah’ın dostluğunu ve yardımını da kaybetmiş olur. Âyette bu uyarıyı ifade eden bölümde Hz. Peygamber’e hitap edilmekteyse de, onun böyle bir sapma göstermesi mümkün olmadığından asıl muhatap müslüman bireyler ve topluluklardır.❤️
Yahudilerle hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça müslümanlardan memnun ve hoşnut olmayacakları yönündeki Kur’an-ı Kerîm’in bu tesbiti, tarihî olarak da ispatlanmış bir gerçektir. Nitekim müslümanlar kendi topraklarındaki Ehl-i kitaba karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta her zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, müslüman İspanya’nın (Endülüs) işgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm ülkelerinde yahudi ve hıristiyan yönetimler müslümanlara karşı çok zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir. Ayrıca hıristiyan Batı dünyası, Macarlar gibi hıristiyanlaşmış Türkler’i benimsediği halde Müslümanlığını korumuş Türkler’i hiçbir zaman dost olarak görmemiş; özellikle Tanzimat’tan bu yana Türkler’in göstermiş olduğu Batı dünyasıyla yakınlaşma çabaları, onların bu olumsuz tavırları yüzünden daima sonuçsuz kalmış ve Türkler’in aleyhine işlemiştir. Hıristiyan dünyanın diğer müslüman milletler, hatta hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki tutumu da bundan farklı değildir. Hıristiyan Batılılar’ın Müslümanlığı Hıristiyanlığa karşı, müslümanları da hıristiyanlara karşı tehlikeli bir güç olarak algılamaları, İslâm’a ve müslümanlara karşı daha zalim ve haksız tavırlar sergilemeleri sonucunu doğurmaktadır.
Bütün bu tesbitler yahudilere ve hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davranışlara kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en başta Kur’an-ı Kerîm’in öğretisine aykırıdır. Zira Kur’an müslümanlara bir taraftan “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur” (Mâide 5/8) derken, diğer taraftan da üzerinde durduğumuz âyette görüldüğü gibi, “Eğer sana gelen ilimden (vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden) sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır” der. ❤️Şu halde müslümanlar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergilemekten sakınmak; İslâm’ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüstlük ve adalet gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle desteklenen bir kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme iradesini en verimli biçimde harekete geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır (“doğru yol” diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/2).
—-
Bu metindeki kavramlar biraz karışık görünse de aslında kökleri sağlam ve eskiye dayanan farkları anlatıyor. Sana anlaşılır ve akademik bir dille ama sade ve sembolsüz olarak açıklayayım.
“Millet” kelimesi Kur’an’da ve eski Arapçada bugünkü “millet”ten farklı bir anlam taşır. Günümüzde millet denilince akla bir topluluk, bir ırk ya da bir ulus gelir. Ama Kur’an’daki anlamı bunun ötesindedir. Millet, Allah’ın bir peygamber aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah’a yaklaştıran yol demektir. Yani millet, bir dinin peygamber eliyle ortaya çıkan ve zamanla bir topluluk tarafından benimsenip uygulanan biçimidir.
Bazı âlimler “millet” ve “din” kelimeleri arasında şöyle bir ayrım yapar: Din, Allah’ın koyduğu kuralların birey tarafından benimsenip uygulanmasıdır. Millet ise, bu kuralların bir topluluk tarafından ortak olarak benimsenmiş ve gelenek hâline gelmiş şeklidir. Yani din kişiseldir, millet ise toplumsaldır. Din senin Allah’la olan ilişkin; millet ise bir topluluğun ortaklaşa yürüdüğü dini yoldur.
Bir başka fark da şudur: Millet kelimesi sadece belli bir peygambere ya da topluluğa nispet edilebilir. Yani “İbrahim’in milleti” ya da “Hristiyan milleti” diyebiliriz ama “Ali’nin milleti” ya da “Ahmed’in milleti” demeyiz. Çünkü bu ifade ancak bir dinin kökeni olan büyük peygamberlere veya topluluklara uygun olur. Buna karşılık “din” kelimesi her durumda kullanılabilir. Mesela “Allah’ın dini” denilir, ama “Allah’ın milleti” denilmez. Çünkü millet insana, yani topluma ve peygambere aittir; dinin kaynağı ise doğrudan Allah’tır.
Ayrıca, Kur’an’da Yahudilik ve Hristiyanlık gibi sonradan bazı yönleriyle bozulmuş dinler için de “millet” kelimesi kullanılır. Bu da gösteriyor ki, millet kelimesi sadece saf, bozulmamış inançları değil, bir topluluk tarafından benimsenmiş olan her tür inanç sistemini ifade edebilir.
Sonuç olarak, din ve millet kavramları birbirine yakın ama farklı şeylerdir. Din daha çok ilahî ve bireysel yönüyle öne çıkar, millet ise bu dinin bir topluluk tarafından kabul görmüş ve uygulanır hâliyle ilgilidir. Bu farkları bilmek, Kur’an’daki ifadeleri daha derin anlamamıza yardımcı olur.
Dilersen bu konuyu tasavvufî bakış açısıyla da ele alabiliriz, çünkü “millet-i İbrahim” kavramı bazı sûfî metinlerde derin manalar taşır.
Şimdi “Din diye çevrilen millet kelimesi” ifadesini adım adım açıklayalım.
Bu ifade şunu söylüyor:
**Kur’an’da geçen bazı yerlerde “millet” kelimesi, Türkçeye çevrilirken “din” kelimesiyle çevrilmiştir.**
Yani aslında **millet** Arapça bir kelime olup, **bizim bugün “din” dediğimiz anlamda** kullanılmıştır.
Ama bu çeviri her zaman birebir aynı anlamı vermez çünkü “millet” kelimesinin kendine has anlamı vardır.
Şöyle düşünün:
Kur’an’da geçen **”millete İbrâhîm”** ifadesi mesela genellikle **”İbrahim’in dini”** diye çevrilir.
Ama bu sadece İbrahim peygamberin inandığı esasları değil, **o inancı benimseyen topluluğun ortak yürüdüğü yolu** da anlatır.
Yani burada “millet” kelimesi Türkçeye **”din”** olarak çevrilse de, aslında sadece bir inanç değil, o inanç etrafında şekillenmiş bir **yaşam tarzı**, bir **gelenek**, bir **toplumsal bağlılık** anlamını da taşır.
Sonuç olarak:
* **Ayetlerde geçen “millet” kelimesi, Türkçeye genellikle “din” olarak çevrilmiştir.**
* Ama “millet” sadece bireysel inanç değil, aynı zamanda bir topluluğun ortak dini geleneği demektir.
İstersen Kur’an’daki örnek ayetlerden biriyle bunu daha da somutlaştırabilirim.
Bu metin, **Yahudi ve Hristiyanlara karşı Müslümanların nasıl bir tutum takınması gerektiğini** anlatıyor.
Şunu söylüyor:
Yahudilere ve Hristiyanlara karşı:
* **Ne körü körüne bir sevgi ve teslimiyet içinde olun**, yani onların her dediğini doğru kabul edip, kişiliksizce onların yoluna uymayın.
* **Ne de kin ve nefretle dolup adaletsiz davranın**. Yani sadece farklı inançtalar diye onlara düşmanlık besleyip yanlış hareketlere kalkışmayın.
Çünkü bu iki tutum da **Kur’an’a aykırıdır**.
Kur’an bize **ölçülü olmayı**, **adaletli davranmayı** öğütler. İki önemli ayete gönderme yapılıyor:
1. **Mâide Suresi 8. Ayet**:
Diyor ki:
“Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adaletli olun; bu takvâya daha uygundur.”
Yani, birini sevmiyor olabilirsiniz ama bu size ona haksızlık yapma hakkı vermez. Allah adaleti sever.
2. **Bakara Suresi’nden bir başka ayet** (yorum olarak):
“Sana vahiy geldikten sonra, eğer onların keyiflerine göre hareket edersen, bil ki artık Allah ne dostundur ne yardımcın.”
Bu da demek oluyor ki:
Eğer Allah’tan gelen açık bilgiye rağmen, Yahudi veya Hristiyanların arzularına, hayat tarzlarına uymaya kalkarsan, Allah’ın koruması ve dostluğu senden uzaklaşır.
**Sonuç olarak şunu öğütlüyor**:
Müslüman olarak duruşun ne teslimiyetçi ve kişiliksiz bir yakınlık olsun, ne de düşmanca ve haksız bir uzaklık…
Kur’an dengeli bir tavır ister: **Adaletli, basiretli ve kendi değerlerine bağlı bir duruş.**
1. Tarihte Duruş: Ehl-i Kitaba Karşı Adalet ve Basiret
İslam tarihi boyunca Müslümanlar, Yahudi ve Hristiyanlarla birçok alanda karşı karşıya gelmiş ama aynı zamanda birlikte yaşamışlardır. Özellikle Hz. Peygamber’in Medine dönemi bu konuda çok güzel bir örnektir:
- Medine Vesikası: Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerle bir anayasa yaptı. Onları Medine toplumunun bir parçası saydı, haklarını tanıdı.
- Ama ne zaman ki bazı Yahudi kabileleri ihanete kalktı, o zaman da Peygamberimiz adaleti gözeterek gerektiği şekilde müdahale etti.
Yani ne sevgide sınırı aştı, ne de düşmanlıkta.
Bu denge, sahabe ve ilk dönem İslam âlimlerinde de görülür. Ehl-i kitaptan gelen bilgiler (İsrailiyyat) kullanılırken dahi, onların doğruluğu Kur’an’a ve sünnete arz edilerek kontrol edilmiştir.
2. Tasavvufî Duruş: Hakk’a Bakan Gözle Her Şeye Bakmak
Tasavvuf ise bu dengeyi daha da derin bir düzeye taşır. Çünkü sûfîler, olaylara sadece dıştan değil, batınî ve Hakk merkezli bir bakışla yaklaşırlar. Şimdi birkaç örnekle açıklayayım:
a. Mevlânâ’nın Hoşgörüsü
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, farklı inançlardan insanlarla ilişki kurmuş, onları dışlamamış ama onların inancına körü körüne uymamıştır. Şems-i Tebrizî ile sohbetlerinde şöyle der:
“Sen Hakk’a nazar edersen, yaratılmışları ayırmazsın. Ama Hakk’tan uzaklaşırsan, her şey sana düşman görünür.”
Bu söz, düşmanlık duygusunun aslında kalbin Allah’tan uzak olmasından kaynaklandığını anlatır.
b. Yunus Emre’de İnsan Merkezli Vahdet Anlayışı
Yunus da şöyle der:
“Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü.”
Bu söz, nefreti değil rahmeti merkeze alan bir bakış açısıdır. Ama dikkat edin: Yunus kimseye körü körüne sevgi de göstermez. Onun sevgisi Hakk’tandır ve Hakk için olanı kapsar.
3. Modern Dönemlere Yansıma: Dengeyi Kaybetme Tehlikesi
Bugün baktığımızda Müslümanlar arasında iki uç eğilim var:
- Bazıları Batı’ya hayranlıkla bağlanıp, kendi kimliğini terk ediyor.
- Diğerleri ise her farklı inancı şeytan gibi görüp, herkese düşman oluyor.
Her iki hal de Kur’an’ın istediği adaletli, takvalı duruştan sapmadır.
Sonuç:
Tasavvuf ehli bize şunu öğretir:
- Küfre değil, zulme düşman ol.
- Farklı inançlara değil, Hakk’tan uzaklığa karşı mesafeli ol.
- Kimin gönlünde Allah’a bir yöneliş varsa, onunla gönül diliyle konuş.
Böyle bir denge, insanı kişiliksiz yapmaz; aksine derinleştirir, olgunlaştırır ve insan-ı kâmil olma yolunda ilerletir.
Harika bir tercih yaptınız Ahmed Selim Bey. Hem İbn Arabî’nin “vahdet” anlayışı hem de Gazâlî’nin “kalp terbiyesi” meselesi, Kur’an’ın çağrısına içten ve derinlikli cevaplar sunan iki temel irfan yoludur. Önce İbn Arabî, sonra Gazâlî üzerinden ilerleyelim:
1. İbn Arabî ve Vahdet Anlayışı
a. Vahdet-i Vücûd: Tek Varlık Hakikatidir
İbn Arabî’ye göre tek gerçek varlık Allah’tır. Diğer bütün varlıklar, Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımasıdır. Bu görüş “vahdet-i vücûd” yani varlığın birliği anlayışıyla özetlenir.
- İnsanlar, dinler, varlıklar ayrı gibi görünse de, hepsi aynı ilahî kaynaktan doğar.
- Bu yüzden başkalarına düşmanlık değil, hakikate kapalılığa düşmanlık vardır.
- Bir insan Hakk’a yönelmişse, adı ne olursa olsun onun içinde bir cevher vardır.
b. Müslümanın Duruşu
İbn Arabî’nin bakışıyla, bir Müslüman başka inanç sahiplerine bakarken şöyle düşünmelidir:
- “Bu kişi Hakk’tan uzaklaştığı için yanılıyor olabilir, ama özü Hakk’ın kudretindendir.”
- Dolayısıyla onlara karşı kin değil, rahmet ve hikmetle davranmak gerekir.
- Ancak bu, inancından taviz vermek değil, derin bir basiret ve adaletle hareket etmek demektir.
c. Örnek Söz
İbn Arabî şöyle der:
“Benim dinim aşk dinidir. Gönül, hangi yöne dönerse dönsün, orada aşkın secdegâhıdır.”
Bu, sadece “her şey doğrudur” demek değildir. Asıl anlamı şudur:
İlâhî hakikat her yerde tezahür eder; gözün hakikate açık, gönlün merhametli olmalıdır.
2. Gazâlî ve Kalp Terbiyesi
a. Kalp, Hakk’ın Aynasıdır
Gazâlî’ye göre insanın kalbi, Allah’a açılan en önemli kapıdır. Ancak bu kapının işlemesi için kalbin arınmış, temizlenmiş olması gerekir.
- Kin, kibir, düşmanlık, haset gibi duygular kalbi perdeler.
- Bu duygularla bakarsan, Yahudi de Hristiyan da sana sadece “öteki” görünür.
- Ama kalbin temizse, Hakk’ın kullarına bakarken adaletli ve şefkatli olursun.
b. Kalbi Temizlemek
Gazâlî’nin önerdiği kalp terbiyesi yolları:
- Nefs muhasebesi: Her gün kendini sorgulamak.
- Tevbe ve istiğfar: Kalpteki kiri temizlemek.
- Zikir: Kalbi Allah ile meşgul etmek.
- Sohbet: Salihlerle birlikte olmak.
Kalbi arınan kişi, düşmanlığa körlemesine kapılmaz; başkasının hatasında bile kendine ibret bulur.
c. Gazâlî’nin Ölçüsü: Adaletle Sev, Hikmetle Uzak Dur
Gazâlî’ye göre bir kişiyle ilişki kurarken ölçü şudur:
- Onun ahlakı güzelse, dinine bakmadan hakkı teslim et.
- Ama inancında sapma varsa, sadece Allah için mesafeli dur, kin için değil.
Ortak Payda: Dengeli ve Derin Bakış
İbn Arabî | Gazâlî |
---|
Varlıkların birliğine vurgu yapar | Kalbin arınmasına vurgu yapar |
Her varlık Hakk’tan yansıyan bir tecellidir | Kalp saf olmazsa hakikat görülmez |
Kin değil, ilahi aşk ve marifet önemlidir | Kin, kibir ve gaflet kalbi karartır |
Farklılıklar, hakikatin yansımalarıdır | Farklılıklar fitne değil, imtihandır |