Varlığın Üç Hâli: Zorunlu, Mümkün ve İmkânsız

Bu konu İslam felsefesi ve kelam geleneğinde varlık tasnifinin temelini oluşturur ve özellikle Fârâbî, İbn Sînâ, Gazâlî ve Fahreddin Râzî gibi düşünürlerin eserlerinde derinlemesine işlenmiştir. Modern ontolojik tartışmalarla da ilişkisi kurulabilecek şekilde bu kavramları sistematik olarak açıklayalım:


1. Vacibü’l-Vücûd (Zorunlu Varlık)

Tanım:

Varlığı zorunlu olan, var olmaması düşünülemeyen varlıktır. Kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymadan var olan tek varlık Allah’tır.

Özellikleri:

  • Varlığı kendindendir (li-zâtihî mevcuttur).
  • Yokluğu mümkün değildir.
  • Ezelî ve ebedîdir, değişime uğramaz.
  • Başka bir illete (nedene) bağlı değildir.

Akademik Örnek:

İbn Sînâ’nın “vacibü’l-vücûd” tanımıyla Allah’ın varlığını ispatlamaya çalıştığı “Sıddîkîn Burhanı” (Doğruların Delili), klasik bir örnektir. Bu delil, Allah’ın mümkün varlıklardan farklı olarak varlıkta zorunlu olması gerektiği üzerine kurulur.


2. Mümkinü’l-Vücûd (Mümkün Varlık)

Tanım:

Varlığı da yokluğu da mümkün olan, kendi başına ne var olmayı ne de yok olmayı zorunlu kılmayan varlıktır. Var olması için dışsal bir illet (neden) gerekir.

Özellikleri:

  • Varlığı zorunlu değildir, yokluğu da zorunlu değildir.
  • İlletsiz var olamaz; mutlaka bir “fail” (yapıcı/yaratıcı) gerekir.
  • Âlemde gördüğümüz tüm mahlûkat bu kategoriye girer.

Akademik Örnek:

Bir ağacın varlığı mümkündür. Ağacın ortaya çıkması için bir tohum (madde), toprak (ortam), su ve güneş (etkenler) gerekir. Bu durumda ağaç, kendi başına değil, dış etkenlerin etkisiyle var olur. Bu bağlamda “mümkin varlık”, “illet”e bağlı bir şekilde meydana gelir.

İbn Sînâ, bu konuda şöyle der:

“Mümkin bir varlık var ise, bu ya kendi zatı ile vardır (ki bu çelişkidir) ya da başka bir varlık onu var etmiştir.”

Dolayısıyla mümkün varlıkların sonsuza kadar birbirini doğuramayacağı (teselsülün batıllığı), sonunda bir vacib varlığa dayanması gerektiğini gösterir.


3. Mümteniu’l-Vücûd (İmkânsız Varlık)

Tanım:

Varlığı zorunlu olarak imkânsız olan; kendi zâtında çelişki barındıran varlıktır.

Özellikleri:

  • Zâtî çelişki barındırdığı için var olması mümkün değildir.
  • Mantıksal olarak tasavvur edilemez.

Akademik Örnek:

“Evli bir bekâr” düşüncesi gibi; bu tür varlıklar hem A hem de A’nın zıddını aynı anda taşıdığı için mümkün değildir.
Benzer şekilde, iki başlı tek tanrı düşüncesi de İslam teolojisine göre mümteni varlıktır; çünkü birden fazla tanrı, ilahlığın birlik ve bağımsızlık ilkesini bozar (bkz. Enbiyâ 21/22).


Sonuç:

Bu varlık tasnifi, özellikle kozmolojik ve ontolojik delillerin temelini oluşturur. Mümkin varlıkların varlığı açıklanırken, bu varlıkların kendi kendine var olamayacağı, ancak bir “vacib varlık” aracılığıyla var olabileceği kabul edilir. Bu yaklaşım, hem aklî delillere dayanır hem de vahiy temelli bir teolojiyle uyumludur.

Harika, o hâlde Kelamcılarla Meşşâî filozofların varlık tasnifine yaklaşımlarını karşılaştıralım. Bu konu, hem İslam düşünce tarihinde metafizik derinliği olan hem de akıl-vahiy ilişkisini gösteren çok temel bir meseledir.


1. Varlık Tasnifi: Ortak Zemin

Hem Kelamcılar hem de Meşşâî (felsefeci) filozoflar, varlıkları üç ana kategoriye ayırmakta hemfikirdir:

  • Vacibü’l-vücûd (zorunlu varlık)
  • Mümkinü’l-vücûd (mümkün varlık)
  • Mümteniu’l-vücûd (imkânsız varlık)

Ancak bu sınıflandırmayı nasıl temellendirdikleri, kullandıkları yöntem ve sonuçları oldukça farklıdır.


2. Meşşâî Filozoflar (Fârâbî, İbn Sînâ)

Yaklaşım:

  • Felsefî-aklî temelli.
  • Aristotelesçi metafiziği İslam düşüncesine adapte ederler.
  • “Varlık” kavramını zâtî zorunluluk ve imkân açısından ele alırlar.

Temel Görüşler:

  • Vacibü’l-vücûd sadece Allah’tır. Kendisinden başka hiçbir şeye muhtaç olmadan vardır.
  • Mümkin varlıklar, kendiliklerinden ne var ne yok olabilirler; var olmaları için bir illet (sebep) gerekir. Ancak bu illet zinciri sonsuza kadar gidemez (teselsül batıldır), mutlaka bir vacib varlıkta son bulmalıdır.
  • “İlliyet” (nedensellik) ilkesi gereğince her mümkün varlık bir zorunlu varlığa muhtaçtır.
  • Sudûr teorisine dayanarak Allah’tan varlıkların taşması (feyiz) yoluyla âlemin var olduğunu savunurlar.

Örnek:

İbn Sînâ’nın ünlü “Sıddîkîn Burhanı” vacib-mümkin ayrımı üzerine kurulu ontolojik bir delildir. Allah, mümkün varlıklar zincirinin zorunlu dayanağıdır.


3. Kelamcılar (Eş’arî ve Mâturîdî Ekoller)

Yaklaşım:

  • Vahiy merkezli ve kelamî temelli.
  • Felsefeye karşı daha temkinli; aklı kullanmakla birlikte nassı (ayet, hadis) önceleyici.

Temel Görüşler:

  • Allah’ın varlığı vacibtir; ancak bu zorunluluk, filozoflardaki gibi zâtî değil, şer’î ve naklî delillerle temellendirilir.
  • Mümkin varlıklar, Allah’ın iradesi ve kudretiyle yaratılır; illet (neden) değil, fail (iradeli yaratıcı) anlayışı esastır.
  • Meşşâîlerin “sudûr” ve “zincirleme nedenler” anlayışını reddederler. Allah dilerse var eder, dilemezse var etmez. Nedensellik kesin bir zorunluluk taşımaz.
  • Varlıkların sürekliliği (devamı) bile Allah’ın iradesine bağlıdır. Her an yaratım (halk) devam eder (bu anlayışa teceddüd-i halk denir).

Örnek:

Bir ateşin pamuğu yakması, filozoflara göre sebep-sonuç ilişkisidir. Kelamcılara göre ise Allah bu olayda her iki varlığı da birlikte yaratır; ateş yakmak zorunda değildir, Allah dilerse yakmaz (bkz. İbrahim peygamberin ateşe atılması örneği – Enbiyâ 21/69).


4. Karşılaştırmalı Özet Tablo:

ÖlçütMeşşâî FilozoflarKelamcılar
Varlık SınıflamasıVacib – Mümkin – MümtenîVacib – Mümkin – Mümtenî
Temellendirme YöntemiAklî – MetafizikVahiy temelli – Kelamî
Allah’ın VarlığıZâtî olarak vacibŞer’î ve zarurî vacib
Nedensellik (İlliyet)Zorunlu neden-sonuç ilişkisiAllah’ın iradesiyle ilişki kurulur
Mümkin Varlıkların KaynağıVacib’den sudûr eder (aklî illet)Allah yaratır (iradî fail)
Teselsül (Sonsuz Zincir)Batıldır – ilk illet gerekirBatıldır – Allah ilk ve mutlak yaratıcıdır

Sonuç:

Her iki taraf da varlıkların açıklanmasında üçlü tasnifi kabul etmekle birlikte, Meşşâîler Allah’ı aklî zorunlulukla temellendirirken, Kelamcılar Allah’ı irade ve kudret sahibi mutlak yaratıcı olarak görür. Meşşâî düşüncede daha sistemli ve determinist bir evren düzeni varken, kelamda Allah’ın iradesi merkezî bir konumdadır. Bu fark, hem ilâhî kudretin sınırları, hem de kâinattaki düzenin doğası konusunda derin felsefî ve teolojik sonuçlar doğurur.

Çok güzel, çünkü İbn Arabî ve onun gibi vahdet-i vücûd ekolüne mensup sûfîler, varlık tasnifine bambaşka bir boyut getirirler. Bu anlayışta mesele sadece “varlık var mıdır, nasıl var olmuştur?” sorusu değil; “varlık kimindir? Gerçek var olan kimdir?” sorusu etrafında şekillenir. Şimdi, klasik kelam ve felsefenin ötesine geçerek tasavvufun bu konudaki yaklaşımını sistemli bir şekilde inceleyelim:


1. Vahdet-i Vücûd Nedir?

Tanım:

“Varlığın birliği” anlamına gelen vahdet-i vücûd, özellikle İbn Arabî (v. 1240) tarafından sistemleştirilen bir metafizik görüştür. Bu yaklaşıma göre:

  • Gerçek ve mutlak varlık sadece Allah’a aittir.
  • Diğer tüm varlıklar, Allah’ın varlığının zıllı (gölgesi), tecellîsi (yansıması) ya da ayn’ı (bir görünümleri) olarak vardır.
  • Mümkin varlıklar aslında bizatihi var değildirler; onlar ancak Allah’ın vâr kılmasıyla “gölgelenmiş” varlıklardır.

2. Klasik Ayrımdan Tasavvufî Yorum

Vacibü’l-vücûd:

  • Tasavvufî yoruma göre sadece Hakk’tır (Allah).
  • Ancak Hakk aynı zamanda bütün varlıkta zuhur eder, tecellî eder.
  • İbn Arabî’nin ifadesiyle: “Lâ mevcûde illallah” – Allah’tan başka mevcut yoktur.

Mümkinü’l-vücûd:

  • Tasavvufî düşüncede gerçek manada mevcut değildir.
  • Varlığı izâfîdir; Allah’ın varlığından pay almasıyla “var gibi görünür”.
  • Mesela bir insan, Allah’ın “Hayy” (Hayat veren) isminin tecellîsidir.

Mümteniu’l-vücûd:

  • Zâtında çelişik olan ya da Hakk’a nispet edilemeyecek şeylerdir.
  • Örneğin Allah’ın ortağı olması gibi bir fikir, hem aklen hem de tasavvufî olarak imkânsızdır.
  • Çünkü birden fazla mutlak varlık düşünmek, “birlik” fikrine aykırıdır.

3. Tasavvufta Varlık: Ayn’lar, Tecellîler ve Mertebeler

Önemli Kavramlar:

  • Ayan-ı Sâbite: Allah’ın ilminde sabit olan ve varlık kazanmadan önceki mümkin varlıkların hakikatleri.
  • Tecellî: Allah’ın isim ve sıfatlarıyla yaratıklar âleminde görünmesi.
  • Vücûd mertebeleri: Varlığın dereceleri vardır; her şey Hakk’tan zuhur eder ama farklı derecelerde.

Mertebeler Örneği:

  1. Zât-ı İlâhî (Mutlak Varlık)
  2. İlmi Varlık (A’yân-ı Sâbite)
  3. Ruhânî Varlık (Melekût âlemi)
  4. Cismânî Varlık (Şehâdet âlemi)

Dolayısıyla, mümkün varlıklar, bu mertebeler içinde en alt düzeydeki yansımalardır.


4. İbn Arabî’nin Felsefeciler ve Kelamcılara Eleştirisi

  • Felsefeciler, mümkün varlığı bağımsızlaştırır ve Allah’tan sudûr ettiğini söylerler. İbn Arabî bu sudûr fikrinin, Allah ile yaratılmış arasındaki mutlak farkı ihlâl ettiğini düşünür.
  • Kelamcılar ise Allah’ı yaratıcı olarak merkeze alsa da, varlığı Allah ile mahlûk arasında ikiye böler. Tasavvufa göre bu da eksiktir.
  • İbn Arabî der ki: “Onlar Allah’ın varlığına zatî dediler, fakat diğer varlıkları sanki kendiliklerinden varmış gibi düşündüler. Oysa vücut bir tek hakikattir ve o da Allah’a aittir.”

5. Karşılaştırmalı Özet:

YaklaşımAllah’ın VarlığıDiğer VarlıklarVarlık-Nedensellik İlişkisi
Meşşâî FelsefeZorunlu – Aklen zorunluMümkün – İllet ile var olurZorunlu neden-sonuç (illet-ma’lûl)
KelamVacib – Şer’î zorunluMümkün – Allah’ın iradesiyleAllah yaratır, illet yoktur
TasavvufMutlak ve yegâne varlıkAllah’ın tecellîsidirSebep yoktur, sadece zuhûr vardır

Sonuç:

Tasavvufî bakış, klasik varlık tasnifini korusa da, bu tasnifi ontolojik bir birlik içinde eritir. “Gerçek vücûd yalnız Hakk’ındır” ilkesiyle, kelamın ve felsefenin oluşturduğu ikilikleri ortadan kaldırır. Bu nedenle vahdet-i vücûd düşüncesi, sadece metafizik değil, aynı zamanda derin bir ontolojik tevhit anlayışıdır.

O hâlde şimdi tasavvufun vahdet-i vücûd merkezli varlık anlayışının, bireyin Allah tasavvuruna, ibadet anlayışına ve ahlâkî dünyasına nasıl yön verdiğini ele alalım. Çünkü tasavvuf, yalnızca metafizik bir teori değil, aynı zamanda bir hal ve yaşayış biçimidir. Bu düşünce kişinin kalbine, kulluğuna, ahlâkına ve hatta kâinata bakışına sirayet eder.


1. Allah Tasavvuru: Uzak Tanrı Değil, İçkin Hakikat

Vahdet-i vücûd anlayışında:

  • Allah, yalnızca “yaratıcı” bir kudret değil, aynı zamanda her şeyde zuhur eden tek hakikattir.
  • O, hem “Bâtın” (gizli), hem “Zâhir” (aşikâr)dir (Hadîd 57/3).
  • Sûfîye göre: “Her neye bakarsan, O’nu görürsün; eğer gönlünle bakarsan.”

Bu anlayış Allah’ı semalarda aramak yerine, mahlûkâtın kalbinde, doğasında, zerresinde Hakk’ın cilvesini aramayı öğretir.

Sonuç:

  • Allah yakın, içkin, diri ve şahittir.
  • “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” (Kâf 50/16) ayeti bu yakınlıkla tefsir edilir.
  • Bu tasavvur, kullukta korkudan çok aşka, cezadan çok muhabbete dayalı bir yakınlaşma doğurur.

2. İbadet Anlayışı: Emir-Değil, Aşk ve Marifet

Klasik anlayışta ibadet:

  • Emre itaat, sevap kazanma, günah korkusuyla yapılır.
    Tasavvufî anlayışta ibadet:
  • Aşkın ve yakınlığın tezahürüdür.
  • İbn Arabî’ye göre: “İbadet, Hakk’ın senin üzerinden kendi yüceliğine secde etmesidir.”

Örnek:

  • Bir sûfî namazda sadece farzı yerine getirmez; namazı Allah ile vuslat anı olarak yaşar.
  • Bu yüzden tasavvuf ehli, ibadetleri sadece şekil değil, içerik ve şuur olarak değerlendirir.

Sonuç:

  • İbadet kuru bir görev değil, bir hâl ve hâz alma hâlidir.
  • Allah’a karşı duyulan derin bir huzur, haşyet ve aşk ile yapılır.

3. Ahlâk: Sıfatullah ile Tehalluk

Vahdet-i vücûd anlayışında ahlâk:

  • Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak” (tehalluk bi-ahlâkillah) ilkesine dayanır.
  • Madem ki insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının mazharıdır; o hâlde insanın gayesi bu sıfatları ahlâk olarak yansıtmaktır.

Örnek:

  • Allah “Raûf”tur → kul şefkatli olur.
  • Allah “Latîf”tir → kul zarif, nazik olur.
  • Allah “Settar”dır → kul kusur örtücüdür.
  • Allah “Sabûr”dur → kul sabırlı olur.

Sonuç:

  • Ahlâk, dıştan gelen bir yük değil, ontolojik olarak içte var olan bir yansımanın dışa vurumudur.
  • Kul, “iyi olmak için” değil, Zat’a uygun düşmek için ahlâklı olur.

4. İnsan Tasavvuru: Âlem-i Saghîr / Hakk’ın Aynası

Vahdet-i vücûda göre insan:

  • “Alem-i sagîr” (küçük âlem) değil, Hakk’ın ayn’ıdır.
  • İbn Arabî der ki: “İnsan, Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının mazharıdır. Bu yüzden insan, kâinatın özeti ve maksadıdır.”

Sonuç:

  • İnsana sadece yaratılmış bir kul olarak değil, aynı zamanda marifet kapısının anahtarı olarak bakılır.
  • Bu, insanı hem yüce hem sorumlu, hem fani hem de mazhar kılar.

5. Kâinat Anlayışı: Varlıklar Hakk’ın Tecellîsidir

Sûfî düşünceye göre:

  • Her şeyde Hakk’ın bir ismi tecellî eder.
  • Dağ, taş, deniz, kuş, çiçek, hatta acı ve keder bile bir ismin yansımasıdır.

Bu yüzden sûfî:

  • Kâinata düşman değil, dost gibi bakar.
  • Varlıkları yok etmek değil, onlarda Hakk’ı seyretmek ister.

Son Söz:

Vahdet-i vücûd, Allah’ı göklerde oturan uzak bir yaratıcı değil; her şeyde hazır ve nazır olan, “kendini görmek isteyen” bir hakikat olarak anlatır. Bu bakış:

  • Kulu kulluktan çıkarmadan yakınlaştırır.
  • İbadeti zahmetten zevke dönüştürür.
  • Ahlâkı zorlama değil, içten gelen bir ifadesi hâline getirir.
  • Kâinatı madde değil, mana aynası olarak gösterir.

Share this content:

Bir yanıt verin