Diyanet Bakanlığı Meali

وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَـهَٓاءُؕ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَـهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٣﴾
Meal
Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. (13)
https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-1/bakara-suresi-2/ayet-13/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1
Diyanet Tefsiri
Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. ﴾13﴿
Tefsir
İman ve inkâr yalnızca akıl ve bilgi işi olsaydı bütün akıl ve bilgi sahipleri inanır veya inanmazlardı. Halbuki tarih boyunca ileri düzeyde akıl ve ilim sahibi kişiler arasında hem iman edenler hem de inkâr edenler bulunmuştur. Bu sebeple iman edenler akıllarıyla övünmezler; hidayeti, imana kavuşmayı, kendi irade ve tercihleri yanında Allah’ın hidayet ve yardımına da bağlarlar, O’na şükrederler. İnkârcılar ise yalnız akıllarına güvenir, akıl üstü varlıklara inanmaktan kurtulduklarını düşünür, iman ehlini akılsızlıkla, saflıkla, ekonomik ve kültürel yönlerden geri kalmışlıkla vasıflandırırlar, imanı bu etkenlere bağlarlar. 13. ve yukarısındaki âyetler işte bu tavır ve psikolojiyi açığa çıkarmakta; asıl akılsızların, aklını doğru kullanmayanlar, tercihlerini iman ve İslâm yönünde yapmayanlar olduklarını ilân etmektedir.
Açık Kuran
1 ve iza zaman
2 kile denildiği قول
3 lehum onlara
4 aminu iman edin امن
5 kema gibi
6 amene inandıkları امن
7 n-nasu insanların نوس
8 kalu derler قول
9 enu’minu inanır mıyız? امن
10 kema gibi
11 amene inandığı امن
12 s-sufeha’u beyinsizlerin سفه
13 ela iyi bilin ki
14 innehum doğrusu onlardır
15 humu onlar
16 s-sufeha’u asıl beyinsizler سفه
17 velakin fakat
18 la değildir
19 yea’lemune bilenlerden علم
Ahmed Hulusi Türkçe Kur’an Çözümü
Onlara, iman eden insanlar gibi iman edin, denildiğinde: “Süfeha (aklı sınırlı, düşünmeden yaşayanlar) gibi mi iman edelim” derler. Kesinlikle biline ki, esas süfeha (aklı sınırlı, düşünemeyenler) kendileridir ama bunu fark etmiyorlar, anlayamıyorlar!
Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali
Hem bunlara yer yüzünü fesada vermeyin denildiği zaman biz ancak ıslahcılarız derler
https://acikkuran.com/2/13
https://mealler.org/SureveAyetler.aspx?sureid=002&ayet=013https://www.kuranmeali.net/bakara-suresi-13.ayet.htm
https://www.kuranmeali.com/Elfaz.php?sure=2&ayet=13
https://quran.com/tr/2?startingVerse=13
https://kuranharitasi.com/kuran.aspx?sureno=2&ayetno=13,


Elmalı hamdi yazır Tefsiri
13- Bir de yalnızca laf ile mücerret (soyut): “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.” demekle iman olmayacağını hatırlatmak ve iyiliği emretmek için bunlara “şu insanların, şu tam insanların iman ettiği gibi, Peygambere ve ona indirilene ve ondan önce indirilene de açıkça ve gizlice, kalp ile ve dil ile iman ediniz” denildiği zaman, “biz o beyinsizlerin, budalaların iman ettiği gibi iman eder miyiz?” dediler, eşitliğe razı olmadılar.
Lügat itibariyle “sefeh”=(Sefeh; düşünce, söz ve işte hafiflik, ahmaklık ve düzensizlik demektir. Kur’ân-ı Kerim’de on yerde sefeh kavramı ve türevleri insan fiilleri ile ilişkili olarak kullanılmıştır. Bu ayetlerde muhatap; malını idare etme ehliyeti bulunmayanlar ile peygamberlerin davetine karşı çıkanlardır.), görüş ve gidişatda hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanlığından doğar. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık, tam akıllılıktır.Dînen de akıl ve dinin gereği zıddına harekettir ki, karşıtı erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde sefahat (aşağılık) da bu mânâda bilinmektedir. Özetle “sefeh” ve “sefâhet”, görüş ve fikirde zevk ve şehvetlere tabi olmak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan veya aklın hükümsüz kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar. Şu halde münafıklar, insanlık gereği bunu budala mânâsında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu söylemekle küfürlerini açıklayarak bozgunculuktan çıkmış, açıktan kafir olmuş olmuyorlar mı? İmam Vâhidî buna cevap olarak: “Bunlar bu sözü müminler arasında değil, aralarında açıklıyorlardı. Cenab-ı Allah bunu haber veriyor.” demiştir. Fakat bu, sözün gelişinin zahirine aykırıdır. Çünkü ile nun aynı zamanda bulunmasını gerektiriyor. “Gönüllerinden böyle dediler.” mânâsı vermek de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu bu söz tam münafıkça, iki yüzlü, tevriyeli bir söz olduğundan, “Biz budalalar gibi iman eder miyiz?” tabirinin doğru bir yorumu da mümkündür. Buna göre bunu öğütleyenlere karşı söyledikleri zaman da kesin bir küfür ilanı yapmış olmuyorlar, bu da münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit özelliği oluyor ki “İşit, işitmez olası.” (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yukarda münafıklar diye insanlardan sayıldığı halde, burada diye insanlara karşılık tutuluyor, onlardan ayırt ediliyor ki, bunda ne güzel incelikler vardır: Münafıklar, insanlar ile eşitliğe razı olmuyorlar ve kendilerini üstün ve aydın, akıllı bir ileri sınıf sanıyorlar ve bu zan ile onlara hile etmeye kalkışıyorlar. karşılaştırma ve benzetmesi de onların beğenmedikleri insanların onlardan daha olgun olduklarını ve kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe nail olmalarını ve böyle olması kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu anlatıyor ki, onlara : “Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz.” meâlinde bir hatırlatmayı içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük görüyor, “o budalalar” diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle yaparken hem bu ayırımda Allah’ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle tasdik ediyorlar, hem de iman hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı verilmediğinden dolayı eşit iman teklifini reddediyor, fakat açıkça; “biz iman etmeyiz” de demiyorlar. Kendilerinin özel ve başka bir imanları olduğuna ve olması gerektiğine işaret etmek istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca küçümsenmiş, budala oluyor. Bunun için Cenab-ı Hak yukarda diye genelde insanlardan sayıyor. Burada da insanların olgunluğunu göstererek, münafıkları kendi ikrarlariyle insanlardan saymıyor.
Gerçekte Arap dilinde de “en-Nâs” ifadesi bulunduğu yere göre kâh ta’zîm (büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme) mânâsını ifade eder. Demek ki, iman hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkanını gördükleri zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü’minler içinde yaşamaya mecbur kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyle halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsamlı esas çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda ilerleme meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanının esasını, kalbin saflığını, ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil, budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler. Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse de, onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim bir yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan ilim, sağlam bilgili bir mantık ve delillerle netice çıkarmak işidir ki, başı hak iman, gayesi Hakk’a ulaşmaktır. Onlar ise, baştan sona kadar şüphe ile doludur. Yukarda münafıkların önce “anlamazlar” nefy-i hâl (şimdiki zaman olumsuz fiil), ikinci olarak “anlamayacaklar” nefy-i istikbâl (gelecek zaman olumsuz fiil) kipleriyle duygu ve şuurları; burada da “bilemezler” diye ilimleri olumsuz kılınmıştır ki, bunda hem başlangıç ve gaye itibariyle yerme ve azarlama açısından derece de rece bir yükselme vardır ki artması hastalık ile uyumludur. Hem de ilim ile şuurun konu farklarına işaret vardır. Din ve iman, düşüklük ve yükseklik meselelerinin sadece his ve şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu ifade ediyor.
Tevilat Tefsiri
12- Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin
anlamazlar.
13- Onlara “insanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği
vakit “biz hiç, sefihlerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!” derler. Biliniz
ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.
14- Müminlerle karşılaştıkları vakit “iman ettik” derler. Şeytanları ile
baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay
ediyoruz, derler.
“Müminlerle karşılaştıkları vakit.” Bu ifade ile onların, iki ayrı istidada
sahip olmalarını gerektiren münafıklıkları hikâye ediliyor. İçlerinde
nifaktan dolayı oluşan iki istidattan biri, fıtri ve nuranidir, ama zayıf ve
mağluptur, sönmeye yüz tutmuştur ve bununla kendilerini müminlere
nispet ederler. Diğeri ise çalışılarak elde edilen karanlık istidattır ve bu,
güçlüdür, galiptir, baskın gelendir. Bu özellikleriyle kâfirlerle kaynaşırlar.
Eğer onların içinde az da olsa nur olmasaydı, müminlerle iç içe
olamazlardı, onlarla arkadaşlık etmeye katlanamazlardı, başka kâfirler
gibi büsbütün ayrılırlardı. Çünkü nur ve karanlık her açıdan birbiriyle
çelişirler ve birbirini iterler.
“Şeytan” kelimesi, uzaklık anlamına gelen “eş-Şetun” kelimesinin
“fey’al” kalıbına uyarlanmış şeklidir. Onların şeytanlarından maksat,
(Hak’tan) uzaklıkta derinleşmiş, kovulmuşlardır, nifakta ileri gidenlerin
liderleridir. Müminlerle alay etmeleri, içlerindeki nur cihetinin zayıflığının,
buna karşılık karanlık cihetin güçlülüğünün delilidir. Çünkü bir şeyi
küçümseyen, alay eden kimse, onu kendi içinde hafif, ağırlığı az ve
değeri düşük görür. Beraberlerindeki nur hafif olduğu için nuranileri
küçümserler, hafifserler. Ancak nur ile nurun değeri bilinebilir. İçlerinde
karanlık ağır bastığı içindir ki kâfirlere meyleder, onlarla kaynaşırlar.