Hased – Kıskançlık

Aynı zümrenin Allah tarafından müslümanlara nasip edilen başarıları kıskanıp çekememeleri de haset kavramıyla ifade edilmiştir (Nisâ 4/54). “Haset ettiği vakit hasetçinin şerrinden” Allah’a sığınılmasını emreden (Felâk 113/5) âyetteki “hâsid” kelimesinden, hasedin insanda tabiatından gelen bir duygu olarak bulunduğu, “hasede” fiilinden de bu duygunun bazı kimseleri mâsum insanların zarara uğraması yönünde bir niyet ve temenniye sevkettiği anlamı çıkarılmıştır (meselâ bk. İbn Kayyim, Zemmü’l-hased ve ehlih, s. 25; Elmalılı, VIII, 6402-6403).

Bu açıklamada, İslam’daki haset (kıskançlık) kavramı ele alınmaktadır. Nisâ 4/54 ayetinde, bazı kimselerin Müslümanlara Allah tarafından verilen nimetleri kıskandıkları ve bunu haset olarak sergiledikleri belirtilmektedir. Haset, bir kişinin başkasının sahip olduğu nimetleri kıskanması ve hatta onun bu nimetlerden mahrum kalmasını istemesi anlamına gelir.

Felâk Suresi 113/5‘te ise, “Haset ettiği vakit hasetçinin şerrinden Allah’a sığınırım” ifadesi geçmektedir. Burada hâsid (haset eden kişi) kelimesi, hasedin insan tabiatında var olan doğal bir duygu olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu duygu, kişinin kontrol edemediği bir kıskançlık hissiyle kalmayıp, bir başkasının zarar görmesini istemeye dönüştüğünde olumsuz bir hale gelir.

Hasede fiili, hasedin bir aşamaya gelip aktif bir kötü niyete veya zarara yöneldiğini gösterir. Bu noktada, kıskançlığın yalnızca içsel bir duygu olmaktan çıkıp, karşı tarafa zarar vermeyi amaçlayan bir davranışa dönüşmesi söz konusudur.

Kaynaklarda, İbn Kayyim’in “Zemmü’l-hased ve ehlih” adlı eserinde (s. 25) ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde (VIII, 6402-6403) de bu konu işlenmiştir. İbn Kayyim, hasedin yalnızca bir duygu olarak kalmadığında, insanları kötü niyetli eylemlere yönlendirebileceğini ifade eder. Elmalılı ise, bu duygunun şeytani bir dürtüye dönüşmesini ve haset eden kişinin başkalarına zarar vermeye çalışmasını ele alır.

Sonuç olarak:

  • Haset, insanın doğasında var olan bir duygudur.
  • Kendi içinde kaldığında bir sınav niteliğinde olabilir.
  • Ancak bu duygu, başkasına zarar vermeyi istemeye dönüşürse ahlaki ve dini olarak kötü bir hale gelir.
  • Bu yüzden Felâk Suresi’nde hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmak gerektiği öğütlenmiştir.

Hadislerde haset kelimesi, yukarıda belirtilen olumsuz anlamı yanında, “imrenme” ve “hayırda rekabet” anlamlarında da kullanılmış (Buhârî, “İlim”, 15; “Zekât”, 5; “Ahkâm”, 3; Müsned, II, 9, 36); daha sonra İslâmî literatürde bunların ilkine gıpta, ikincisine de münâfese denilmiştir. Öte yandan hadislerde “bir hakkı sahibinden kıskanmak, onu çekememek” anlamındaki haset hakkında oldukça sert ifadeler de vardır. Buna göre “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz” (Nesâî, “Cihâd”, 8); “Ateşin odunu yemesi gibi haset de iyilikleri yer” (İbn Mâce, “Zühd”, 22; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44). Bütün hadis kaynaklarında yaklaşık ifadelerle sık sık tekrar edilen konuyla ilgili hadislerin birinde din kardeşliği ve sosyal barış için gerekli görülen şu ahlâkî buyruklar yer alır: “Dedikoduların peşine düşmeyin, kusur araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin! Ey Allah’ın kulları, kardeş olun!” (Buhârî, “Edeb”, 57, 58; Müslim, “Birr”, 24, 28, 30, 32).

Bu metinde haset kavramının hadislerde nasıl ele alındığı açıklanmaktadır. Hadislerde haset kelimesi, sadece olumsuz anlamda değil, aynı zamanda “imrenme” ve “hayırda rekabet” anlamlarında da kullanılmıştır. Ancak daha sonra İslamî literatürde bu iki farklı anlamı ayırt edebilmek için şu kavramlar geliştirilmiştir:

  1. Gıpta: Bir kişinin, başkasının sahip olduğu nimete imrenmesi fakat onun da bundan mahrum kalmasını istememesi. Bu, olumlu bir duygudur.
  2. Münâfese: Hayırda yarışma, rekabet etme. İyilik konusunda daha ileriye gitmek için bir teşvik unsurudur.

Hasedin Olumsuz Anlamı ve Hadislerdeki Uyarılar

Hadislerde, özellikle “bir hakkı sahibinden kıskanmak, onu çekememek” şeklindeki haset oldukça sert ifadelerle eleştirilmiştir.

  • “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz” (Nesâî, “Cihâd”, 8):
    • Hasetin, kalpte imanla birlikte uzun süre barınamayacağını ifade eder. Çünkü haset, kişinin kaderi sorgulamasına, Allah’ın verdiği nimetleri adaletsiz görmesine ve kıskandığı kişiye zarar vermek istemesine yol açabilir.
  • “Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer” (İbn Mâce, “Zühd”, 22; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44):
    • Bu hadis, hasedin insanın iyi amellerini yok eden, ruhu kemiren bir hastalık gibi olduğunu anlatır. Yani haset, kişinin yaptığı iyilikleri etkisiz hale getiren bir manevî zehir gibidir.

Sosyal Barış İçin Hasetten Sakınma

Hadislerde, toplumda kardeşlik, birlik ve huzurun korunması için şu ahlaki buyruklar verilmektedir:

  • “Dedikoduların peşine düşmeyin, kusur araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin! Ey Allah’ın kulları, kardeş olun!” (Buhârî, “Edeb”, 57, 58; Müslim, “Birr”, 24, 28, 30, 32).

Bu hadis, sosyal ilişkilerde en büyük tehlikelerden bazılarını sıralar:

  • Dedikodu: Başkalarını kötülemek, iftira atmak.
  • Kusur araştırma: İnsanların ayıplarını ortaya çıkarmaya çalışma.
  • Haset: Başkasının sahip olduğu nimeti kıskanıp onu çekememe.
  • Sırt çevirme: Toplum içinde ayrışmaya sebep olma.
  • Kin gütme: Affetmeyip öfke biriktirme.

Bu zararları önlemek için Müslümanlara birbirlerine kardeşçe davranmaları emredilmektedir. Toplumda barış ve huzurun ancak sevgi, paylaşım ve hoşgörüyle korunabileceği vurgulanmaktadır.

Sonuç:

  • Haset, İslam’da ciddi bir ahlaki sorun olarak görülmüştür.
  • Olumlu anlamda gıpta ve münâfese kavramlarıyla ayrıştırılmıştır.
  • Hadislerde hasedin, kişinin imanını ve iyiliklerini yok edebileceği belirtilmiştir.
  • Toplumsal barışı sağlamak için Müslümanların birbirlerine karşı kıskançlık, kin ve düşmanlıktan uzak durmaları emredilmiştir.

Haset problemini Muhâsibî’den itibaren sistematik olarak inceleyen İslâm ahlâkçıları hasedin genellikle aralarında meslekî, iktisadî, ilmî, siyasî, sosyal, medenî ilişkiler bulunan insanlarda baş gösterdiğini belirtirler (meselâ bk. Muhâsibî, er-Riâye, s. 475-477; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 382-383; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a, s. 348-349; Gazzâlî, İhyâ, III, 236, 239). Âlimler ilgili âyet ve hadislere dayanarak, ayrıca psikolojik ve sosyal zararlarını göz önüne alarak, belirtilen olumsuz anlamıyla hasedi haram kabul etmişlerdir. Kaynaklarda sık sık İblîs’in Âdem’i kıskanmasına da atıfta bulunularak hasedin şeytânî bir huy olduğu ifade edilir. İblîs’in Âdem’i kıskanması “gökte işlenen ilk günah”, Kābil’in Hâbil’i kıskanması “yerde işlenen ilk günah” olarak değerlendirilir (meselâ bk. Mâverdî, a.g.e., s. 381; Kurtubî, V, 251). Gıpta ve münâfese ise yine şer‘î ve aklî gerekçeler ışığında meşrû kabul edilmekle birlikte, insanların bir rekabet anlayışı içinde yaptıkları işlerin hükmüne göre münâfesenin de vâcip (farz), müstehap, mubah veya haram olabileceği belirtilir (Muhâsibî, a.g.e., s. 477-479, 490; Gazzâlî, a.g.e., III, 236, 237-238).

Münâfesenin Hükümleri

Münâfese, kişinin yaptığı işin hükmüne göre vâcip (farz), müstehap, mubah veya haram olabilir.

  1. Vâcip (Farz) Münâfese
    • Dinin emrettiği bir konuda yarışmak zorunludur.
    • Örneğin, ilim öğrenmek, Allah yolunda cihat etmek, yardıma muhtaç insanlara destek olmak gibi farz olan konularda rekabet etmek gerekir.
    • Kur’an’da bu konuda teşvik vardır:
      • “Öyleyse hayırlarda yarışın.” (Bakara 2/148)
  2. Müstehap (Sevap Kazandıran) Münâfese
    • Yapılması dinen teşvik edilen, fakat zorunlu olmayan konulardaki yarışmadır.
    • Örneğin, fazladan nafile ibadet yapmak, hayır işleri için bağışta bulunmak, ilimde derinleşmek gibi.
    • Bunları yapmak sevaptır, ancak yapmayan günah işlemiş olmaz.
  3. Mubah (Serbest) Münâfese
    • Dinen ne teşvik edilen ne de yasaklanan alanlarda rekabet etmektir.
    • Örneğin, meslekî başarı için çalışmak, spor yapmak, sanatta ilerlemek gibi konular.
    • Eğer rekabet ahlaki kurallara uygun şekilde yapılırsa, bu mubahtır (serbesttir).
  4. Haram Münâfese
    • Günaha veya zarara sebep olan rekabet haramdır.
    • Örneğin, mal, mevki veya şöhret için yapılan kıskançlığa dayalı yarışmalar, başkalarına zarar vererek yapılan rekabet, haksız kazanç sağlamak için yapılan rekabet gibi durumlar haramdır.
    • Bu tür yarışmalar insanları bencillik, kıskançlık, düşmanlık gibi kötü huylarla doldurabilir.

Sonuç

  • Gıpta ve münâfese İslam’da temel olarak olumlu kavramlardır.
  • Münâfesenin hükmü, hangi alanda ve nasıl yapıldığına bağlı olarak değişir.
  • İbadet, ilim ve hayırda yarışmak farz veya müstehap olabilirken, bencilce, zarar verici veya kibirli bir yarış haram olabilir.
  • Rekabetin ahlaki ve dini sınırlar içinde yapılması gereklidir.

Gazzâlî, İhyâ’da yer alan ve sonraki bazı âlimlerce aynen iktibas edilen (meselâ bk. Râzî, III, 238-244) hasetle ilgili tahlillerinde –muhtemelen Ebû Bekir Râzî’nin et-Tıbbü’r-rûhânî’deki (s. 50-52) psikolojik-ahlâkî tahlillerinden de yararlanarak– hasedi bir tür ruh hastalığı saymıştır. Gazzâlî’ye göre duygusal düzeydeki hasedi yok etmek herkes için mümkün değildir. Fakat insanlar, aklın ve dinin buyruğuna uyarak bu duyguyu baskı altında tutar, bu yönde çaba gösterirlerse dinî ve ahlâkî sorumluluktan da kurtulurlar (İhyâ, III, 238-239).

İslâm ahlâkçıları haset duygusunu yok etmenin veya etkisinden korunmanın bazı yollarına işaret ederler. Ancak bunun için öncelikle hasedi doğuran sebepleri bilmek gerekir. Ebû Bekir Râzî hasedi cimrilik ve aşırı ihtirasın birleşmesinden doğan psikolojik bir hastalık olarak görür ve ahlâk eğitimcilerinin kötü insanı (şerîr) “insanların zarara uğramasından zevk duyan kişi” diye tanımladıklarını hatırlatarak bu tanımda hasedin esas alındığına işaret eder (et-Tıbbü’r-rûhânî, s. 48). Gazzâlî ise, Muhâsibî’nin er-Ri‘âye’sinden de istifadeyle hasedin sebeplerini daha ayrıntılı olarak şöyle sıralar: Düşmanlık ve kin gütme, üstünlük duygusu (teazzüz), kibir, böbürlenme (ucüb), ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma korkusu, makam ve mevki tutkusu, ruhun kirlenmesi (İhyâ, III, 242-243).

İlgili kaynaklarda “haset hastalığı”nın tedavisi ilim ve amel şeklinde iki esasa dayandırılır. İlimle kişinin bu duygunun mahiyeti, sebepleri, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî zararları hakkında bilgi edinmesi, amelle de kendisini haset duygusuna yol açan sebeplerin tersine olan davranışlara zorlaması, kıskançlık ve çekememezlik eğilimlerini ortadan kaldıracak veya hafifletecek ya da hiç olmazsa bu eğilimlerin baskısından kurtulma imkânı sağlayacak iyi işler yapması kastedilir.

Âyette “Yine de siz Allah hükmünü gerçekleştirinceye kadar affedin ve hoşgörün” buyurulmak suretiyle, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi temel ahlâk ölçülerinden sapmamaları, hoşgörülü olmaları emredilmiştir. İslâmî literatürde bu şekildeki uygarca davranışlar genellikle hilim kelimesiyle ifade edilir ve bu kelime İslâm ahlâkının anahtar terimlerinden biri olarak görülür.

Câhiliye toplumunda kötülüğü kötülükle karşılamak genel bir anlayış ve uygulama idi. Bunun aksine davranış, çoğunlukla zayıflık ve âcizlik işareti sayıldığından insanlar affetmekten ziyade cezalandırma yolunu seçerlerdi. Buna karşılık Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın affediciliği çeşitli vesilelerle dile getirilerek affın ilâhî bir sıfat ve yüksek bir meziyet olduğu ortaya konmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e göre bir kötülüğün karşılığı ona denk bir cezadır ve bu adaletin gereğidir. Hiçbir suçlu daha fazlasıyla cezalandırılamaz, çünkü bu zulümdür. Buna karşılık haksızlığa uğrayan affederse “Onu ödüllendirmek Allah’a aittir” (Şûrâ 42/40). Bu sebeple müslümanlar bu erdemi benimseyip uygulamaya çağırılırken “Onlar bağışlasınlar, hoşgörsünler; Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz!” buyurulmuştur (Nûr 24/22).

Hz. Peygamber’in affediciliğine dair de pek çok hadis bulunmaktadır. Ayrıca bütün ahlâk kitaplarında dinî, ahlâkî ve sosyal hayat bakımından affın önemi üzerinde durulmuş; birey ve topluma sağlayacağı yararlar gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de affın teşekkür ve minnet duygularını harekete geçireceğine işaret edilmiş; Hz. Peygamber de “Allah kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz kılar” buyurmuştur (Müsned, II, 235, 438). Arapça’da aziz kelimesinin hem “şerefli” hem de “güçlü” anlamına geldiği göz önüne alınırsa bu hadiste affın faydasının oldukça geniş tutulduğu görülür. Râgıb el-İsfahânî affın sağladığı mutluluğa cezalandırma ile ulaşılamayacağını, bu erdemin insana toplum içinde itibar kazandıracağını belirterek, özellikle cezalandırma gücü ve imkânı bulunanların buna rağmen affı tercih etmelerini saygıdeğer bir davranış olarak nitelemektedir (ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a, s. 344). Bu bakımdan affın tebliğ ve eğitim metodu olarak da önemi büyüktür. Kur’an-ı Kerîm’de affın ıslah edici yönüne de işaret edilmiş (Şûrâ 42/40); Resûl-i Ekrem’in tebliğindeki başarısı, onun davranışlarındaki inceliğe, yumuşak kalpli olmasına bağlanmış ve kendisine bağışlayıcı olması öğütlenmiştir (Âl-i İmrân 3/159). Bu sebeple İslâm eğitimcileri af ve hoşgörüyü eğitimin vazgeçilmez ilkeleri arasında göstermişler ve eğitim metotlarını bu ilkeler ışığında geliştirmişlerdir.

Bazı tefsirlerde konumuz olan âyetin, müslümanlar hakkında kötü duygular besleyenlere karşı bağışlayıcı ve hoşgörülü olmayı emreden kısmının daha sonra gelen ve Ehl-i kitap’la savaşmayı emreden Tevbe sûresinin 29. âyetiyle neshedildiği (hükmünün değiştirildiği) ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Taberî, I, 489-490; Reşîd Rızâ, I, 421-422), her iki âyetin hükmünün de geçerli olduğunu düşünmek daha isabetlidir. Buna göre bağışlama ve hoşgörü genel bir ilkedir; fakat bu, şartlar mecbur bıraktığında savaşmaya da engel değildir. Esasen Muhammed Abduh’un ifade ettiği gibi (Reşîd Rızâ, I, 421), ancak aksini de yapabilecek kadar güçlü olanlardan af ve hoşgörü istenir; ilgili bütün kaynaklarda hilim erdemi de bu şekilde açıklanır (bk. Mustafa Çağrıcı, “Hilim”, DİA, XVIII, 33-36). Şu halde burada müslümanların düşmanları karşısında güçlü bir toplum konumuna yükselmeleri de istenmiş olmaktadır. Ayrıca âyette Hz. Peygamber’in Medine yahudileriyle yapmış olduğu ve onların canlarını, mallarını, dinî özgürlüklerini teminat altına alan anlaşmaya sadakat gösterilmesine de bir işaret sezilmektedir. Nitekim daha sonra yahudiler bu anlaşmayı ihlâl edip müslümanlara karşı düşmanca davranışlara giriştiklerinde kendileriyle savaşılmıştır. İşte âyetin son kısmındaki “Allah’ın hükmünü gerçekleştirmesi”nden maksat da bu savaşlar sonucunda yahudi probleminin tabii akışı içinde çözüme kavuşturulmasıdır ve böylece Kur’an’ın daha önce verdiği bir haber de gerçekleşmiştir.


Share this content:

Bir yanıt verin