Bakara 6 -Meal ve Tefsiri

Bakara Sûresi (6)
اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾
Meal
Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. (6)

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-1/bakara-suresi-2/ayet-6/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

1 inne elbette
2 ellezine ki
3 keferu inkar edenler كفر
4 seva’un eşittir سوي
5 aleyhim onlara
6 eenzertehum onları uyarman نذر
7 em yada
8 lem
9 tunzirhum uyarmasan da نذر
10 la
11 yu’minune inanmazlar

Elmalılı (sadeleştirilmiş)
Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlarca aynıdır. İman etmezler.
https://acikkuran.com/2/6
https://mealler.org/SureveAyetler.aspx?sureid=002&ayet=006
https://www.kuranmeali.net/bakara-suresi-6.ayet.htm
https://www.kuranmeali.com/Elfaz.php?sure=2&ayet=6
https://quran.com/tr/2?startingVerse=6

6- Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.

7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.

6-TAHLİL VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre “elbette”, “her halde”, şüphesiz”, “lâ cerem =besbelli, muhakkak” gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te’kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder. Râzî’nin naklettiğine göre Arab’ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam Müberred’e=(Arap dili ve edebiyatı âlimi. Tercih edilen rivayete göre Zilhicce 210’da (Mart 826) Basra’da doğdu (Sîrâfî, s. 107). Yemen’den kuzeye göç eden Ezd kabilesinin Yukarı Hicaz’da yerleşen Sümâle koluna mensuptur. Babası Basra’da tapu işlerinde görevli bir memurdu (a.g.e., a.y.).)gitmiş ve: “Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum. Mesela “Abdullah ayaktadır” diyor, sonra “Muhakkak Abdullah ayaktadır” diyor. Daha sonra “Muhakkak Abdullah, gerçekten ayaktadır” diyor. “Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla kelimeler var.” demiş. Müberred: “Hayır” demiş, “Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Birincisi doğrudan doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü de bir inkârcının inkârına cevap oluyor.” diye açıklama yaparak, dildeki incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir nazım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: “Gerçekten te’kit (pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse ” “ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar…” İşte bu âyette de böyledir. Burada öncelikle “hüden lîl müttekîn” sınırlamasına karşı akla gelen bir soruya isti’nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden, onu te’kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu âyetin “hüden lîl-müttekîn” kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet öncelerin karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.

“Küfür”, “kâf”ın ötrüsü ile lügatta “küfrân” gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun aslı da “kâf”ın üstünü ile “kefir”dir ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde geceye “kâfir”; meyve tomurcuğuna “kâfur”, kalça etlerine “kâfire” denilmiştir. Şu halde üstün ile “kefr”, mutlak örtmek genel; ötrü ile “küfr”, nimeti örtmek özeldir. Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi, zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın =(ikrar
saklamayarak söyleme, açıkça söyleme, gizlemeyip açıklama.)
bildirme.terkini=(yazılı bir şeyin) üstünü çizerek silme.) de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. 🚇Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî “Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil.” (Nahl, 16/37) şer’î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya dayanmış olsun. Fiilî tekzib=(“yalan söylemek; iftira etmek” anlamındaki kizb (kezib) kökünden türeyen tekzîb “yalanlamak, inkâr etmek”), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır.Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe secde etmek, zünnar =meşhur olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapmak da küfürdür. Mesela zünnar denilen papaz kuşağını bağlamak. Bunları mizah için, başkalarını güldürmek için de kullanmak küfre sebep olur.)bağlamak, küfür neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak… gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.Biz, yukarda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu’tezile bir yana bırakılmak şartıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır.

Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz’î terk küfür olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah’a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’ân’a ve ahirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil, birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında bir menzil (menzile beyne’l-menzileteyn)=(Sözlükte “iki konum (mekân, derece) arasında üçüncü bir konum” anlamına gelen el-menzile beyne’l-menzileteyn tabiri, Mu’tezile anlayışında imanla küfür arasında yer alan fısk konumunu ifade eder) yoktur. Bir insan ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir. İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah Teâlâ’ya karşı vaziyeti. Diğeri de müminlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mümin, yalnız Allah Teâlâ’nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah’ın hakları, bir de kulların hakları yönü; bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. “Allah’a, Peygamber’e kalbimde imanım var.” deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır. Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu Arapça’da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. Bunun için “küfretmek” tabiriyle, “kâfir olmak” tabiri arasında bir fark sezilir.

“İnzar” korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani “ilerde şu fenalık var, sakın!” diye doğru yolu göstermek.

“Hatm”, “tab” gibi basmak mânâsınadır. Ve “ketm” ile de ilgilidir. ” ” ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.=(İlgisi benzeşme olan en önemli mecaz türü ve edebî sanat)
“Kalp”, yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani “kalp” iki mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil) https://turkic.world/tr/articles/hayat/36284 ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür.İçinde karıncıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır. Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, “kursak aşını, yastık başını ister”. İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, “insan ruhu” da denilir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan “ben”, anlaşılan “ben”in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim.Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine “kalp” deriz. Yukarda “gönül” denildiğini de söylemiştik. Çünkü “gönlümden geçti”, “kalbimden geçti”, “zihnimden geçti”, “aklımdan geçti” dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela “kalbin çürük” deriz de, aynı mânâda “gönlün çürük” demeyiz. Bazan yürek kelimesini de bu mânâda kullandığımız olur ki, “yürekli adam”, şecaatli =(yüreklilik, yiğitlik.)ve kuvvetli kalbe sahip adam demektir. 🚨 Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar bu ilginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan kalbe midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır? Yoksa kalp ve şuur, damarlar, sinirler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o yere ilgisi gibi midir? Her ikisini içine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri, psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran, hayretler içinde boğan noktalardır. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî etkenlerde hareketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete dönmesi çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların cereyanının, bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de açıkça görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmiş olmak için, ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem tabiî, hem de -hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin biri diğerinden teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani bedende cisim olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruhanî kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler. Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım. Kur’ân’da, Kur’ân ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir. “Temiz kalpli adam”, “kör kalpli adam”, “kalbi bozuk”, “kalpsiz” gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlıyacağız ki, gaybe imanda, Allah’ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının şeklinden habersiz olanlar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan, göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler . Mühürlü kalpler işte onlardır. “Ğışâve” perde demektir.

6- Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar
için birdir; iman etmezler.
7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap
vardır.
8- İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve
ahiret gününe inandık” derler.
9- Onlar güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak
kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.

“Gerçek şu ki, kâfirler…büyük bir azap…” Burada kastedilen
kâfirler, ilahi kahra muhatap olmuş bedbahtların ilk zümresidir ki uyarı,
bunlar üzerinde bir etki meydana getirmez. Onların cehennem
ateşinden kurtulmalarının bir yolu da yoktur. Rabbinin onlarla ilgili “iman
etmezler” şeklindeki hükmü gerçekleşmiştir. şekilde rabbinin kâfir
olanlarla ilgili “onlar cehennem ehlidir” şeklindeki hükmü de
gerçekleşmiştir. Yolları kapanmıştır. Kapılar üzerlerine kilitlenmiştir.
Çünkü kalp, ilham mahalli olan bir ilahi şiardır, =(ayırıcı özellik) ama Allah kalbi mühürleyerek bu ilhamdan onları perdelemiştir. İşitme ve duyma
organları ise insani şiarlardır. =(ayırıcı özellik,
tutulacak yol, ülkü, ilke.)Yani anlama ve değerlendirme aracı olan
iki olgudur. Onların algıladığı anlamın kalbe ulaşmasına engel olunduğu
için, bu ikisi de görevlerini, işlevlerini yerine getirmekten yoksun
bırakılmışlardır. Böylece onların iç âlemde, batında zevk mahiyetli, keşif
menşeli ilme ulaşmalarına imkân yoktur. Bunun yanında öğrenmeyle
elde edilen kesbi=(Kesbi sözcüğü, daha çok, sonradan kazanılmış meziyetler ve alışkanlıklar için kullanılır.) zahir ilme ulaşmalarının yolu da kapalıdır. Karanlıklar zindanlarında hapsedilmişlerdir. Uğradıkları azap ne büyüktür.“İnsanlardan bazıları vardır…inandık, derler.” Burada kastedilenler
de bedbahtlar grubunun ikinci zümresidir. “Allah’a inandık.” diyerek
iman iddiasında bulunmalarına rağmen iman olgusu onlardan
olumsuzlanmıştır. Çünkü imanın mahalli kalptir, dil değildir. Nitekim bir
ayette şöyle buyurulmuştur: “Bedeviler “inandık” dediler. De ki: Siz iman
etmediniz, ama “boyun eğdik” (İslam olduk) deyin. Henüz iman
kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat, 14) “Allah’a ve ahiret gününe
inandık” şeklindeki sözleri, tevhid ve ahiretle ilgili bir iddiadan ibarettir
Tevhid ve ahiret inancı ise dinin aslı ve esasıdır. Yani demek istiyorlar
ki, biz, Hakk’a karşı perdelenmiş müşriklerden ve dine ve ahirete
inanmayan ehli kitaptan değiliz. Çünkü ehli kitabın ahiret ile ilgili
inançları gerçeğe, hakka uygun değildir.
Bil ki, küfür, “örtünme ve perde” demektir. Bu da ya müşriklerde
olduğu gibi Hakk’a karşı örtünme, ya da ehli kitapta olduğu gibi dine
karşı örtünme şeklinde olur. Hak’tan perdelenen, dinden de perdelenmiş
demektir. Çünkü dine varmanın zorunlu yolu Hak’tır. Fakat, dine karşı
perdelenmiş kimse, Hak’ka karşı perdelenmemiş olabilir. Üzerinde
durduğumuz ayette işaret edilen zümre ise, her iki perdenin de kendileri
açısından kalktığını iddia etmektedirler. Ama iman gerçeğini kendi
özlerinden olumsuzlamak suretiyle yalan söylüyorlar. Yani, onlar böyle
kaldıkları sürece iman etmiş olmazlar. “El-Muhadaa” kelimesi, iki
yönden hileye baş vurmak demektir. Bu da iyi görünüp iç âlemde kötü
olmak şeklindedir. Allah’ı aldatmaktan maksat, Rasul’ü aldatmaktır.
Çünkü yüce Allah “Rasul’e itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa, 80)
buyurmuştur. Bir diğer ayette de şöyle buyurulmuştur: “Attığın zaman
sen atmadın, fakat Allah onu attı.” (Enfal, 17) Çünkü Rasul, Allah’ın
habibidir.🚨
Bir kutsi hadiste şöyle deniyor: “Kul daima nafile ibadetleri yerine
getirerek bana yaklaşmaya çalışır. Derken, onu severim. Onu sevdiğim
zaman, işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili, tutan eli ve yürüyen
ayağı olurum.” O halde, ayette sözü edilen zümrenin Allah’ı ve
müminleri aldatmaları; iman ve sevgi izhar edip içlerinde küfür ve
düşmanlık duygusunu saklamaları şeklindedir. Allah ve müminlerin
onları aldatmaları ise, onlarla barış içinde olmaları, kanın
dokunulmazlığı, malların korunması gibi İslamî hükümleri onlar
hakkında icra etmeleri, buna karşılık, Allah’ın onlar hakkında elem verici
bir azap hazırlaması, vahim bir akıbeti bekletmesi, kötü bir sonuca
duçar kılması ve dünyada kendileri hakkında, durumlarını açıkça gözler
önüne seren haberler vermek ve vahiy indirmek suretiyle onları rezil
etmesi şeklinde olur. Ama iki aldatma arasında büyük fark vardır.
Onların aldatmalarının bir tek sonucu var, o da kendi nefislerini helak
etmeleri, hasretle yakmaları, zulmeti, küfrü, nifakı her gün biraz daha
arttırarak, helak, rahmetten uzaklık ve bedbahtlık sebeplerini gün be
gün katmerleştirerek vebal ve günah yükünün altına sokmalarıdır.
Allah’ı aldatmaları onlar üzerinde korkunç bir etki bırakır. Dehşet verici
bir helake maruz bırakır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Tuzak
kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu (onlara tuzak kurdu). Allah,
tuzak kuranların hayırlısıdır.” (Al-i İmran, 54) Onlar derin bir cehaletin
girdabında oldukları için bu apaçık gerçeği hesaba katmıyorlar.

Diyanet meali ;

Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. ﴾6﴿
Tefsir
Küfür (küfr) kelimesinin lugat mânası “örtme”dir, kâfir de “örten” demektir. Ektiği tohumun üzerini toprakla örttüğünden dolayı çiftçi için de kâfir kelimesi kullanılmıştır. Din dilinde küfür, “hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymak”tır. Dilimizdeki “inkâr etmek” tabiri bu mânaya, diğer kelimelerden daha uygun düşmektedir. Ayrıca Türkçe’de küfür kelimesi terim anlamı yanında “sövme, hakaret etme” mânasına da geldiği için gerek burada gerekse meâl ve tefsirin diğer yerlerinde çoğunlukla “küfür” yerine “inkâr”, “kâfir” yerine de “inkârcı” veya “inkâr eden” kelimeleri tercih edildi.

Fâtiha sûresinde doğru yolda olanlar, doğru yoldan sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanlardan söz edilmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde doğru yolda olanların (müttaki müminler) en önemli özellikleri dile getirildi. Bu âyetlerden itibaren de doğru yoldan sapanların, Allah’ın gazabına uğrayanların ahlâk ve tutumlarıyla âkıbetleri anlatılıyor.
Âyetin niteliklerini verdiği “inkâr edenler”, hak din karşısındaki olumsuz düşüncelerini ve tutumlarını gizlemeyen, tercihlerini açıkça inançsızlık ve red yönünde kullanan, zaman geçtikçe inkârcılıkla şartlanan, başka düşüncelere ve inançlara (bu arada hak dine) kulaklarını, göz ve gönüllerini kapayan kimselerdir. Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkârcılara nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır. Hz. Peygamber inkârcılarla çok meşgul olmuş, onların iman ehline katılmalarını istemiş, gayretlerinin fayda vermediğini gördükçe de üzülmüştür. 🚦 Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman peygamberine iman-küfür gerçeğini anlatarak onu teselli ve teskin edip âdeta şöyle demiştir: “Habîbim! Bütün gayretlerine rağmen onların inkârdan vazgeçip imana gelmemelerinin kusuru sende ve tebliğ ettiğin dinde değildir, kusur kendi irade ve tercihleriyle inkârlarında ısrar eden, kulaklarını hak söze kapalı tutanlardadır. Sen ne kadar uğraşırsan uğraş böyle kâfirler iman etmeyeceklerdir.”

Share this content:

Bir yanıt verin