Bakara Sûresi (2)
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ فٖيهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَۙ ﴿٢﴾
Meal
Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. (2)
https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-1/bakara-suresi-2/ayet-2/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1
Bakara 2 Tefsir
Bakara sûresi Medine’de nâzil olduğuna göre daha önce birçok sûrenin gelmiş olması gerekir. Bu sûrelerle önemli bir kısmı tamamlanmış bulunan metne “kitap” demek uygun görülmüştür.
“Şüphe yok” ifadesi, hem kitabın Allah’tan geldiği, anlatmak istediğini açıkça anlatabildiği hem de onun bir kılavuz, rehber, ışık olmasıyla ilgilidir; her iki konuda da şüpheye yer yoktur.
“Rehber” diye çevirdiğimiz hüdâ hidâyetle aynı kökten olup Allah’ın razı olduğu hayat tarzında, iman, ibadet ve ahlâk yolunda ilâhî rehberliği ifade etmektedir. Bu rehberlikten yararlanabilmek için kişide yukarıdaki âyetlerde nitelikleri açıklanan bilincin bulunması gerekir (geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, DİA, XVII, 473-477).
Müttaki (takvâ sahibi) ve takvâ dilimizde de kullanılan Arapça asıllı kelimelerdendir. Müttakiler kelimesinin lügat mânası, “sakınılması gereken şeylerden sakınanlar” demektir. Kur’an’da ve özellikle bu âyette geçen takvânın mânası onu takip eden âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre takvâ sahibi kimselerde şu beş vasıf vardır: Gayba iman etmek, namazı doğru ve devamlı kılmak, Allah’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızâsı için harcamak, Kur’an’a olduğu gibi diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak ve âhiret konusunda kesin inanç sahibi olmak. Bu vasıfları kendinde gerçekleştirmiş olan mümin takvâ sahibidir, müttakidir. Böylece takvâ sahibi olan müminlerde hâsıl olan şuur, duygu ve davranışlarla ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Konuyla ilgili birkaç hadisin anlamı şöyledir: “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sahibi olamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 24). “Kul, vicdanını rahatsız eden şeyi terketmedikçe takvâ derecesini elde edemez (Buhârî, “Îmân”, 1). Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen bir benzetme, “Yolda yürürken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin ya da dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takvâ da budur; hayatı Allah Teâlâ’nın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır” (takvâ hakkında ayrıca bk. Bakara 2/197).
Bakara 2-Açık Kuran
1 zalike işte o
2 l-kitabu Kitap كتب
3 la yoktur
4 raybe hiç şüphe ريب
5 fihi kendisinde
6 huden yol göstericidir هدي
7 lilmuttekine müttakiler için وقي
ذَٰلِكَ ٱلْكِتَـٰبُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًۭى لِّلْمُتَّقِينَ ٢
https://acikkuran.com/2/2
https://mealler.org/SureveAyetler.aspx?sureid=002&ayet=002
https://www.kuranmeali.net/tefhim-ul-kuran/bakara-suresi-2.ayet.htm
https://www.kuranmeali.com/Elfaz.php?sure=2&ayet=2
https://quran.com/tr/2?startingVerse=1
Bakara 2 -1 Elmalı Hamdi tefsiri
2-” “Allah daha iyi bilir ey Muhammed! “Elif lâm mîm” denilince senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o “lâm” “mîm” ğunneleri =(ﻏﻨّﻪ) i. (Ar. ġunne) Kur’ân-ı Kerîm’in tecvit kurallarına göre okunması sırasında nun (ﻥ) ve mim (ﻡ) harflerinin burun yoluyle bir inleme hâlinde genizden çıkarılması.ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? ” ” işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o ” ” o mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur’ân’dır ancak tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut “Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra “el-Kitâb” denilince Allah’ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur’ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i’câz =az sözle çok şey anlatma sanatı.ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken örfte mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait nazımdadır. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile anlatılan ibare (metin) demektir. “Falan kitap benim kütüphanemde var.” dediğimiz zaman birincisini, “Falan kitap ezberimdedir.” dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın anlaşılmasıdır. Fakat sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.
Kitabın mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur’ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur’ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum=kavram olan mânâ ile zihinde kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzî şekilleri alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız. O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan ibaret bir kitap, bir Kur’ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir ki yüce Allah, meleklere karşı dem’e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş olan da Kur’ân’ın yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır.
Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu dir. Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak “kendisinde şüphe olmayan” Allah’ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i’câzına da söz yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk’ın indirdiği, hakkın şiarı, = tutulacak yol doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i’câz ile hüsn-i istidlâl (bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda, Allah’a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kâfirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet mânâsını da kapsar. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız “şüphe” kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır. “zâlike”nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce Peygamber: “Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma çıkıp da: ‘Bu kitabın Allah’ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah’a isnad ve iftira ediyorsun’ diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?” diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: “Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur.” diye açık olarak mutlak güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah’ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin’in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir.
Bakara 2-2
Yakında “Kulumuz Muhammed’e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız.” (Bakara, 2/23) âyeti ve daha ileride “Allah’a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde; ‘Bana vahyolundu.’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim.’ diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?” (En’âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur’ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.
Bu başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın en başında “Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir.” ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur. Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir. Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı, şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur’ân bu şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan) ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk’a dikkatleri çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha’dan sonra bütün Kur’ân’ın bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti Peygamber’in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği zaman da Kur’ân’ın yalnız Allah’ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir.
Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.
Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahipbulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle “İnsanlar için hidayettir.” Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır. “Biz Kur’ân’ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur’ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır.” (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur. Fâtiha’da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine “gayeye ulaştırmayan hidayet”, diğerine “ulaştıran hidayet” denilir. Yüce Allah’a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur’ân’da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak ‘de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), ‘da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur’ân’a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah’ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur’ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur’ân’ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur’ân’ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet etmektir.
Bakara 2-3
Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. “Arab için hidayettir.” veya “Acem (Arap olmayan)e hidayettir.” denilmiyor. Şu halde “Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah’tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız.” meâlinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah’ın korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah’ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah’ın korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah’ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah’tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: “Tahliye ve süsleme”. Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden ( ) itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer’î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur’ân’da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır. ✅
Ve inceleme yapıldığında Kur’ân’da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah’a şirk koşmaktan kaçınmakla iman “Ve onları takva kelimesine bağladı.” (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer’an (İslâm’da) bilinen takva budur. “O ülkelerin halkı inanıp Allah’ın azabından korunsalardı.” (A’râf, 7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah’tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ’ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun.” (Âl-i İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teâlâ’nın özel rahmetinin eseri olmuştur.
“İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah’a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur.” (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. “Allah adaleti, ihsanı.. emreder.” (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur’ân’ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. ” “in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur’ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur’ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat’î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu “takva derecesine yükselenler” diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
BAKARA 2-4
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur’ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah’ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur’ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.🇵🇸
Özetle Kur’ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur’ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah’ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah’ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
” ” Kur’ân’ın ezeli itibarını, ” ” görünen gerçeklerini, ” ” ilmî ve ahlâkî özelliğini, ” ” inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha’daki “bize hidayet et” duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da “Ey insanlar ibadet ediniz.” (Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye devam edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli Kur’ân’daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir.
BAKARA 1-2 TEVİLAT
1- Elif. Lam. Mîm.
2- O Kitab…
Bakara suresi, Medine’de inzal olmuştur. Sadece 281. ayeti
Mekke’de Veda haccında inzal olmuştur. 286 ayettir.
“Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak
varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık
olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir.
Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz
verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret
eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu
yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim
Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce
Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.”
Selef alimlerinden birinin şöyle dediği rivayet edilir: “Lam” harfi, iki
“Elif”ten mürekkeptir.” Yani “Lam”, ilim sıfatı ile birlikte zat’ın karşılığı
olarak vazedilmiştir. İlim sıfatı ve zat, daha önce işaret ettiğimiz üç ilahi
âlemin ikisini temsil ederler. Dolayısıyla Allah’ın isimlerinden biridir.
Çünkü her isim herhangi bir sıfatla birlikte zattan ibarettir.
“Mîm” ise, bütün sıfatlarla ve fiillerle birlikte zata işarettir. Fiiller
aracılığıyla zat, ism-i azam olan Muhammedi surette kendini perdeler ve
ancak bilenler bunu anlayabilirler. Zatın sureti olan “mîm”de nasıl
gizlendiğini görmüyor musunuz? Çünkü “Mîm” harfinin yapısında “Miym”
“ya” harfi vardır; “ya” harfinde ise “elif” bulunur.
Hece harflerinin vazedilmesinin altındaki sır ise, her harfin içinde
mutlaka “elif” harfinin bulunmasıdır. Aşağıdaki değerlendirmeyi
yapanların bu yaklaşımı bizim açıklamamıza yakın bir mahiyettedir.
Diyorlar ki: “Bunun anlamı: her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah’a
yemindir. Çünkü Cebrail, ilim sıfatının mazharıdır, dolayısıyla “Alim”
ismidir. Muhammed ise hikmetin mazharıdır ve Allah’ın “Hakim” ismidir.”
Buradan hareketle “Allah’ın isimlerinden her birinin altında O’nun
sonsuz isimleri vardır.” diyenlerin bu sözlerini daha açık bir şekilde
anlayabiliyoruz. İlim, sebepler ve müsebbepler âlemi olan hikmet
âleminde fiile eşlik etmediği, dolayısıyla hikmete dönüşmediği sürece
tamamlanmaz, kemale ermez. Bu yüzden İslam da sırf “La ilahe
illallah” (Allah’dan başka ilah yoktur) demekle hasıl olmaz; islam’ın
hasıl olması için “ La ilahe illallah”ın “Muhammedur’rasulullah ”
(Muhammed Allah’ın rasulu’dur) ifadesiyle birlikte olması şarttır. Buna
göre ayetin anlamı şöyledir: Eliyf. Lam. Miym. O vaat edilen Kitab…
Yani “Kitabu’l cifr” (Cifir kitabı) ve “Kitabu’l camia” (her şeyi kapsayan)
ve ahir zamanda Mehdi’nin yanında olacağı vaat edilen o kitabı, Ondan
başkası hakiki anlamda okuyamaz. Cifir, Akl-ı kül denilen Kaza levhidir.
El-Camia ise, Nefs-i kül denilen Kader levhidir. Dolayısıyla Cifir ve
Camia Kitabının anlamı, olanı ve olacakları ihtiva eden iki kitab’dır.
Bakara suresi ve Neml suresi demek gibi.
“Onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir.”
Hakikâtte O’nun Hak olduğunda şüphe yoktur. Ya da ifadenin orijinalinin
başında “söyleme/kavl” fiilini takdir ettiğimizde, Onun Hak ile beraber
olduğunda şüphe yoktur, anlamını elde ederiz. Hak da bütün olarak tüm
varlıktır. Çünkü O, nebilerin, resullerin lisanında vaat edilen ve
Kitaplarında geleceği yazılan O Kitabın açıklayıcısıdır. Nitekim İsa (a.s)
şöyle demiştir: “Biz size tenzili (indirilmiş vahyi) getiriyoruz, tevili=söylediği bir sözü ya da yaptığı bir davranışı, görünür anlamından çekinip, başka bir anlamdaymış gibi göstermeye çalışma. ise ahir
zamanda Mehdi getirecektir.”
“O Kitab…” ifadesi delalet ettiği için, yeminin cevabı hazfedilmiştir.
Kur’an’ın bir çok yerinde yeminin cevabının hazfedildiğinin örnekleri
vardır. “Güneşe andolsun…” (Şems, 1) “Söküp çıkaranlara andolsun.”
(Naziat, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Yani, Tevrat ve İncil’de
Muhammed’le beraber olacağı vaat edilen Kitabı biz indiriyoruz. Bu
ifade hazfedilmiştir, çünkü “O Kitab..” ifadesi buna delalet etmektedir.
Yani önceki ilmin kapsamında bilinen ve Tevrat ve İncil’de vaat edilen O
Kitab, içine şüphenin karışmasına imkan olmayacak şekilde Hakk’dır
“Muttakiler için bir yol göstericidir.” Rezilliklerden, alçaklıklardan,
içindeki hakkı kabul etmeye engel olan perdelerden sakınanlar için bir
yol göstericidir.
Bil ki, insanlar akıbet açısından yedi gruba ayrılırlar. Çünkü insanlar
ya “said” mutludurlar ya da “şaki” bedbaht. =talihi kötü olan Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu.” (Hud, 105)
Bedbahtlar sol ehlidir (ashab-ı şimal), mutlular ise sağ ehlidir (ashab-ı
yemin). Ya da öne geçen mukarrebler (yakınlaştırılmışlar)dır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman.” (Vakıa, 7)
Sol ehli (ashab-ı şimal) olanlar, ya kendileri hakkında azap sözü hak
olan zulmet ve külli hicap ehli ezelden beri kalpleri mühürlenmiş
kimselerdir, ki yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf,
179) Bir kutsi hadiste de şöyle buyurmuştur: “Onları cehennem için
yarattım ve buna aldırmam.” Ya da münafıklardır. Aslında münafıklar,
fıtrat ve yaratılışları itibariyle nurlanmaya elverişlidirler. Ancak, rezillikler
edinmekten, günahlar işlemekten, hayvani ve yırtıcı fiilleri
gerçekleştirmekten, şeytani hileler peşinde koşmaktan kaynaklanan kir
ve tortularla kalpleri perdelenmiştir. Bunun neticesinde de fasıklık
karakteri ve zulmani melekeler nefislerinde kök salmıştır. Ters yüz
olmuşlardır. Bu yüzden en şiddetli azap onlar içindir ve ilk gruba göre
halleri çok daha kötü olur. Çünkü, yaratılıştan kaynaklanan
kapasitelerinin kalıntısı ile pratikteki halleri birbiriyle çelişmektedir.
Diğer iki grup ise, dünya ehli ve sağ ehlidir (ashab-ı yemin). İman
edip cennet için salih amel işleyen, cenneti uman ve ona razı olan
fazilet ve sevap ehline gelince, derecelerine göre yaptıklarını
karşılarında hazır bulurlar. Bunların her birinin, amellerine göre
belirginleşen dereceleri vardır. Bunlardan kimisi rahmet ehlidir;
nefislerinin selameti ve kalplerinin saflığı üzere kalırlar ve rablerinin bir
lûtfu olarak kapasitelerine göre cennetteki derecelere kavuşurlar. Bu
kavuşma amellerinin mirası olan kemallerine göre değildir. Yani
amellerinin karşılığı olarak değildir ilahi lütuftur.
Bir salih, bir de kötü amel işleyen, durumları karışık olan afv ehline
gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar: Bunların bir kısmı, daha baştan
itibaren afvedilirler; inançları kuvvetli ve az kötülük işlemelerinden dolayı
kötülük karakteri nefislerine yerleşmediği için ya da işledikleri
kötülüklerden tevbe ettikleri için. Yüce Allah, bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Bir kısmı ise, bir müddet azap görürler. Bu azap da
günahların onların içinde kökleşmişliği oranında belirlenir. Nihayet,
işledikleri günahların kir ve tortularından arınıp kurtuluncaya kadar azap
devam eder. Bunlara adalet ve ceza ehli de denir. Bunlardan
zulmedenlere, işledikleri kötülüklerin cezası isabet edecektir, ancak
sonunda, rahmet onları kapsar.
Üçüncü grup ise, ahiret ehlidir. Önde olanlar (sabikun) da, ya
sevendirler ya da sevilen. Sevenler, Allah yolunda hakkıyla cihad
ettikleri, O’na içtenlikle, gönülden döndükleri için, Allah’ın, kendi yoluna
ilettiği kimselerdir. Sevilenler ise, ezeli inayete, ilgiye mazhar olanlardır.
Allah, onları seçmiş ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakim) iletmiştir. Her iki
grup da Allah ehlidir.
O halde Kur’an, ilk grubu oluşturan bedbahtlar için yol gösterici
değildir; çünkü istidatları olmadığı için Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul
edecek durumda değildirler.
İkinci grup (münafıklar) için de yol gösterici değildir; onlar da
istidatlarını yok ettikleri, sildikleri, bozuk akideleriyle bütünüyle
bastırdıkları için. İşte bu gruplar cehennemde ebedi kalacak kimselerdir.
Ancak Allah’ın diledikleri başka. Dolayısıyla, Kur’an’ın hidayeti, yol
göstericiliği son beş grup için geçerlidir.
Muttakilerin niteliği bunların tümünü içine alır. Sevilen, Allah için
süluk etmesinin sonucu gerçekleşen cezb ve vusul halinden sonra
Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır. Çünkü yüce Allah (c.c.) Habibine
şöyle diyor: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık.”
(Furkan, 32) Seven ise, Allah’a ve Allah için süluk ettiğinden hem cezb
ve vusul’dan önce hem de sonra Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
Buna göre muttakiler şunlardır: İstidat sahibi olup orijinal fıtratları üzere
kalan, kalpleri berrak, nefisleri arı ve fıtri nurları baki olduğu ve Allah’a
verdikleri sözü bozmadıkları için şirk ve şüphe kirinden ve tortusundan
uzak kalan kimselerdir. Takvanın bu türü imandan önce gelir. İnşallah
ileride değineceğimiz gibi, takvanın imandan sonra gelen türleri de
vardır.
BAKARA 1-2 TEVİLAT
1- Elif. Lam. Mîm.
2- O Kitab…
Bakara suresi, Medine’de inzal olmuştur. Sadece 281. ayeti
Mekke’de Veda haccında inzal olmuştur. 286 ayettir.
“Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak
varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık
olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir.
Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz
verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret
eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu
yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim
Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce
Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.”
Selef alimlerinden birinin şöyle dediği rivayet edilir: “Lam” harfi, iki
“Elif”ten mürekkeptir.” Yani “Lam”, ilim sıfatı ile birlikte zat’ın karşılığı
olarak vazedilmiştir. İlim sıfatı ve zat, daha önce işaret ettiğimiz üç ilahi
âlemin ikisini temsil ederler. Dolayısıyla Allah’ın isimlerinden biridir.
Çünkü her isim herhangi bir sıfatla birlikte zattan ibarettir.
“Mîm” ise, bütün sıfatlarla ve fiillerle birlikte zata işarettir. Fiiller
aracılığıyla zat, ism-i azam olan Muhammedi surette kendini perdeler ve
ancak bilenler bunu anlayabilirler. Zatın sureti olan “mîm”de nasıl
gizlendiğini görmüyor musunuz? Çünkü “Mîm” harfinin yapısında “Miym”
“ya” harfi vardır; “ya” harfinde ise “elif” bulunur.
Hece harflerinin vazedilmesinin altındaki sır ise, her harfin içinde
mutlaka “elif” harfinin bulunmasıdır. Aşağıdaki değerlendirmeyi
yapanların bu yaklaşımı bizim açıklamamıza yakın bir mahiyettedir.
Diyorlar ki: “Bunun anlamı: her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah’a
yemindir. Çünkü Cebrail, ilim sıfatının mazharıdır, dolayısıyla “Alim”
ismidir. Muhammed ise hikmetin mazharıdır ve Allah’ın “Hakim” ismidir.”
Buradan hareketle “Allah’ın isimlerinden her birinin altında O’nun
sonsuz isimleri vardır.” diyenlerin bu sözlerini daha açık bir şekilde
anlayabiliyoruz. İlim, sebepler ve müsebbepler âlemi olan hikmet
âleminde fiile eşlik etmediği, dolayısıyla hikmete dönüşmediği sürece
tamamlanmaz, kemale ermez. Bu yüzden İslam da sırf “La ilahe
illallah” (Allah’dan başka ilah yoktur) demekle hasıl olmaz; islam’ın
hasıl olması için “ La ilahe illallah”ın “Muhammedur’rasulullah ”
(Muhammed Allah’ın rasulu’dur) ifadesiyle birlikte olması şarttır. Buna
göre ayetin anlamı şöyledir: Eliyf. Lam. Miym. O vaat edilen Kitab…
Yani “Kitabu’l cifr” (Cifir kitabı) ve “Kitabu’l camia” (her şeyi kapsayan)
ve ahir zamanda Mehdi’nin yanında olacağı vaat edilen o kitabı, Ondan
başkası hakiki anlamda okuyamaz. Cifir, Akl-ı kül denilen Kaza levhidir.
El-Camia ise, Nefs-i kül denilen Kader levhidir. Dolayısıyla Cifir ve
Camia Kitabının anlamı, olanı ve olacakları ihtiva eden iki kitab’dır.
Bakara suresi ve Neml suresi demek gibi.
“Onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir.”
Hakikâtte O’nun Hak olduğunda şüphe yoktur. Ya da ifadenin orijinalinin
başında “söyleme/kavl” fiilini takdir ettiğimizde, Onun Hak ile beraber
olduğunda şüphe yoktur, anlamını elde ederiz. Hak da bütün olarak tüm
varlıktır. Çünkü O, nebilerin, resullerin lisanında vaat edilen ve
Kitaplarında geleceği yazılan O Kitabın açıklayıcısıdır. Nitekim İsa (a.s)
şöyle demiştir: “Biz size tenzili (indirilmiş vahyi) getiriyoruz, tevili=söylediği bir sözü ya da yaptığı bir davranışı, görünür anlamından çekinip, başka bir anlamdaymış gibi göstermeye çalışma. ise ahir
zamanda Mehdi getirecektir.”
“O Kitab…” ifadesi delalet ettiği için, yeminin cevabı hazfedilmiştir.
Kur’an’ın bir çok yerinde yeminin cevabının hazfedildiğinin örnekleri
vardır. “Güneşe andolsun…” (Şems, 1) “Söküp çıkaranlara andolsun.”
(Naziat, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Yani, Tevrat ve İncil’de
Muhammed’le beraber olacağı vaat edilen Kitabı biz indiriyoruz. Bu
ifade hazfedilmiştir, çünkü “O Kitab..” ifadesi buna delalet etmektedir.
Yani önceki ilmin kapsamında bilinen ve Tevrat ve İncil’de vaat edilen O
Kitab, içine şüphenin karışmasına imkan olmayacak şekilde Hakk’dır
“Muttakiler için bir yol göstericidir.” Rezilliklerden, alçaklıklardan,
içindeki hakkı kabul etmeye engel olan perdelerden sakınanlar için bir
yol göstericidir.
Bil ki, insanlar akıbet açısından yedi gruba ayrılırlar. Çünkü insanlar
ya “said” mutludurlar ya da “şaki” bedbaht. =talihi kötü olan Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu.” (Hud, 105)
Bedbahtlar sol ehlidir (ashab-ı şimal), mutlular ise sağ ehlidir (ashab-ı
yemin). Ya da öne geçen mukarrebler (yakınlaştırılmışlar)dır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman.” (Vakıa, 7)
Sol ehli (ashab-ı şimal) olanlar, ya kendileri hakkında azap sözü hak
olan zulmet ve külli hicap ehli ezelden beri kalpleri mühürlenmiş
kimselerdir, ki yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf,
179) Bir kutsi hadiste de şöyle buyurmuştur: “Onları cehennem için
yarattım ve buna aldırmam.” Ya da münafıklardır. Aslında münafıklar,
fıtrat ve yaratılışları itibariyle nurlanmaya elverişlidirler. Ancak, rezillikler
edinmekten, günahlar işlemekten, hayvani ve yırtıcı fiilleri
gerçekleştirmekten, şeytani hileler peşinde koşmaktan kaynaklanan kir
ve tortularla kalpleri perdelenmiştir. Bunun neticesinde de fasıklık
karakteri ve zulmani melekeler nefislerinde kök salmıştır. Ters yüz
olmuşlardır. Bu yüzden en şiddetli azap onlar içindir ve ilk gruba göre
halleri çok daha kötü olur. Çünkü, yaratılıştan kaynaklanan
kapasitelerinin kalıntısı ile pratikteki halleri birbiriyle çelişmektedir.
Diğer iki grup ise, dünya ehli ve sağ ehlidir (ashab-ı yemin). İman
edip cennet için salih amel işleyen, cenneti uman ve ona razı olan
fazilet ve sevap ehline gelince, derecelerine göre yaptıklarını
karşılarında hazır bulurlar. Bunların her birinin, amellerine göre
belirginleşen dereceleri vardır. Bunlardan kimisi rahmet ehlidir;
nefislerinin selameti ve kalplerinin saflığı üzere kalırlar ve rablerinin bir
lûtfu olarak kapasitelerine göre cennetteki derecelere kavuşurlar. Bu
kavuşma amellerinin mirası olan kemallerine göre değildir. Yani
amellerinin karşılığı olarak değildir ilahi lütuftur.
Bir salih, bir de kötü amel işleyen, durumları karışık olan afv ehline
gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar: Bunların bir kısmı, daha baştan
itibaren afvedilirler; inançları kuvvetli ve az kötülük işlemelerinden dolayı
kötülük karakteri nefislerine yerleşmediği için ya da işledikleri
kötülüklerden tevbe ettikleri için. Yüce Allah, bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Bir kısmı ise, bir müddet azap görürler. Bu azap da
günahların onların içinde kökleşmişliği oranında belirlenir. Nihayet,
işledikleri günahların kir ve tortularından arınıp kurtuluncaya kadar azap
devam eder. Bunlara adalet ve ceza ehli de denir. Bunlardan
zulmedenlere, işledikleri kötülüklerin cezası isabet edecektir, ancak
sonunda, rahmet onları kapsar.
Üçüncü grup ise, ahiret ehlidir. Önde olanlar (sabikun) da, ya
sevendirler ya da sevilen. Sevenler, Allah yolunda hakkıyla cihad
ettikleri, O’na içtenlikle, gönülden döndükleri için, Allah’ın, kendi yoluna
ilettiği kimselerdir. Sevilenler ise, ezeli inayete, ilgiye mazhar olanlardır.
Allah, onları seçmiş ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakim) iletmiştir. Her iki
grup da Allah ehlidir.
O halde Kur’an, ilk grubu oluşturan bedbahtlar için yol gösterici
değildir; çünkü istidatları olmadığı için Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul
edecek durumda değildirler.
İkinci grup (münafıklar) için de yol gösterici değildir; onlar da
istidatlarını yok ettikleri, sildikleri, bozuk akideleriyle bütünüyle
bastırdıkları için. İşte bu gruplar cehennemde ebedi kalacak kimselerdir.
Ancak Allah’ın diledikleri başka. Dolayısıyla, Kur’an’ın hidayeti, yol
göstericiliği son beş grup için geçerlidir.
Muttakilerin niteliği bunların tümünü içine alır. Sevilen, Allah için
süluk etmesinin sonucu gerçekleşen cezb ve vusul halinden sonra
Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır. Çünkü yüce Allah (c.c.) Habibine
şöyle diyor: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık.”
(Furkan, 32) Seven ise, Allah’a ve Allah için süluk ettiğinden hem cezb
ve vusul’dan önce hem de sonra Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
Buna göre muttakiler şunlardır: İstidat sahibi olup orijinal fıtratları üzere
kalan, kalpleri berrak, nefisleri arı ve fıtri nurları baki olduğu ve Allah’a
verdikleri sözü bozmadıkları için şirk ve şüphe kirinden ve tortusundan
uzak kalan kimselerdir. Takvanın bu türü imandan önce gelir. İnşallah
ileride değineceğimiz gibi, takvanın imandan sonra gelen türleri de
vardır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mehdi
https://www.ahmedhulusi.org/tr/yazi/mehdi-ve-mehdilik