İlk bölümde, algıladığımız çokluk âleminin tüm bileşenlerinin bulunduğu bütün olası kuantum durumlarının, RUH denilen UZAY’da potansiyel halde (=açığa çıkmamış ham data), tümel, eriyik bir yapı olarak bulunduğunu anlamıştık. Düşünsel yolculuğumuzun bu bölümünde şu soruya cevap arayacağız:
Tek ve Tümel olan RUH’taki “BEN”lik, çokluğa, “ben”liklere nasıl dönüşmektedir? Tek olan BEN’lik kendini “benlik”ler olarak nasılalgılamaktadır?
Kuantum Teoremi bize bu sorunun cevabının “RUH’un lokalize Algılaması” yoluyla olduğunu işaret etmektedir.
Kuantum Teoremi bize bu sorunun cevabının “RUH’un lokalize Algılaması” yoluyla olduğunu işaret etmektedir. Parçacıklar algılanmadıklarında olasılık dalgaları olarak RUH adlı -matematikte karmaşık 1 sayılar olarak anlatılan- Soyut Hilbert uzayının en yüksek eksponansiyel (üssel) durumunda yayılmış halde (süperpozisyon), ışık hızının milyarlarca katı hızlarda belirsiz bir şekilsizlik biçiminde bulunurlar. Yâni algıladığımız evrenimizin her an her yerinde gözükebilme potansiyeli halindedirler. Algılandıkları takdirde, ışık hızına yakın bir hıza düşerek hologramik-düşünsel bir kalıba, ışık hızının altı bölgeye indiklerinde ise maddeye/kuantik yapılanmaya dönüşürler.
[1] Örneğin, √ (-4) böyle bir karmaşık/imajiner/soyut bir sayıdır. Bu sayının evrenimizde karşılığı yoktur. √ (4)=2 iken √(-4)=2 i olarak gösterilir. Günlük yaşamda kullandığımız pozitif ve negatif sayılar sayı doğrusunda 0’ın sağ veya solunda gösterilmelerine karşın karmaşık sayılar bu sayı doğrusuna dik bir doğrultuda gösterilirler (farklı bir boyuta aitmişçesine).
Konuya varlıklarımızın “ne ve nasıllığını” birtakım gerekli bilgileri ayrıntılayarak devam edelim
Kuantum mekaniği bizlere evrenimizde gözlemlediğimiz her şeyin parçacık ve dalga dualitesine sahip olduğunu belirtir. Fakat bu ikilik aynı anda gözlemlenemez. Biri olmadan da diğeri asla olamaz, düşünülemez. Dahası, bu iki özellik birbirinden ayrı iki şey, iki ayrı yapı değildir. Dalga yapı, parçacığın belirsiz hâli-yönü, parçacık yönü de dalganın gözlenmesiyle belirlenmiş yüzüdür.
Dalga özelliği ile kastedilen gerçekte olasılık dalgalarıdır. Olasılık dalgaları (= de Broglie madde dalgaları), elektromanyetik dalgalar (Radyo, kızılötesi, morötesi, X ışınları, gama ışınları gibi) veya fizikteki diğer mekanik dalgalar (ses vs.) gibi uzay boşluğunda veya havada yayılan dalgalar olmayıp tamamen soyut dalgalardır. Yayıldıkları alan ise soyut Hilbert uzayıdır [2]. Tıpkı su dalgalarının birbirlerini söndürüp yok ettikleri veya güçlendirdikleri gibi olasılık dalgaları da birbirlerini etkileyerek (toplanıp çıkartılabilir) etki değerlerini, yani Hilbert uzayında yayılı olasılık değerlerinin hem yayılım uzunluğunu hem de belirli bölgedeki olasılığın değerini değiştirebilirler (Şekil–1).
[2] Bu uzay adını David Hilbert adlı matematikçiye atfen almıştır. Evrendeki her zerrecik (kuant) mini karadelik-akdelik tünelleriyle (10^-33 cm) birbirine buradan bağlıdır. Bu tünel içi alan Hilbert uzayıdır. Her zerrenin içsel boyutta mini karadelik-akdelik tüneli vardır. Bizim boyutumuzda parçacık olarak algılanan şey tünel içi boyuttaki dalga fonksiyonunun algılanan yüzüdür.
Örneğin, Şekil-1’deki 5 tip olasılık dalgasının veya/yâni kendi evrenimizde karşılığı olan 5 farklı kuantum durumundaki parçacığın etkileşip dalga desenlerinin birbirine karışmasıyla ortaya çıkan son durum bize yayılımın azaldığını ve de merkezi bölgede ortaya çıkma ihtimalinin arttığını göstermektedir. Yani, olasılık dalgaları soyut da olsalar birbirlerini bizim asla göremeyeceğimiz bir alandan etkilemektedirler.
Olasılık dalgasının yayılımın ne anlama geldiğini biraz daha açabilmek maksadıyla örneğin, Şekil-1’deki dalga desenlerine sahip parçacıkların durumuna bakalım. Bu parçacıklardan birini gözlemlediğinizde örneğin “a” koordinatında görünür olacaktır. Fakat koşulları değiştirmeden aynı parçacığa dönüp tekrar ve tekrar baktığınızda ise aynı parçacık “b”, “c”, “d”, “…” gibi birçok noktalar da görünecektır. Fakat şekildeki son dalga desenine sahip sistem gözlemlendiğinde gözükeceği yerlerin-noktaların sayısı daha az olacaktır.
Gözlem sayısını artırdığımızda elde edeceğimiz sonuçlar bizlere o parçacık hakkında istatistikî bir bilgi verecektir. Örneğin, % 20 ihtimalle “a” da, % 30 ihtimalle “b” de, % 25 ihtimalle “c” de gözükebilir diyebileceğiz (Gözlem yapmadan önce, olası tüm durumları içeren (süperpozisyon hali) denkleme Schrödinger’in dalga fonksiyonu denilir). Fakat bu istatistikî bilgi günlük yaşamımızdaki gibi, bir parçacık 100 birim zamanın 20 biriminde “a” da, 30’unda “b” de, 25’inde de “c” de bulunmaktadır anlamına gelmemektedir. Gerçekte, sistem hakkındaki bilgi eksikliğimiz nedeniyle bu olasılık durumları var değil, sistemin kendisi olasılık durumundadır. O parçacık bir bütün olarak aynı anda (üst üste) tüm bu bölgelerdedir. Fakat bu üst üste bindiriliş (süperpozisyon hâli) kendi 4 boyutlu uzayımızda mümkün olmayıp çok boyutlu Hilbert uzayındadır.
Bilindiği gibi enerjice dinamik, kararsız radyoaktif çekirdekler -örneğin- bir alfa parçacığı yayarak daha kararlı hale gelir ve çekirdeklerini daha sakin bir duruma sokarlar. Fakat Newton yasalarıyla bu olaya bakıldığında olmaması gereken bir şey olmaktadır. İki protondan oluşan alfa parçacığı enerjisi asla yetmediği halde çekirdeğin etrafındaki enerji bariyerini aşar (!) ve bize radyoaktif ışıma olarak kendini gösterir. Bu durum kalın bir duvara doğru fırlattığınız küçük bir taşın duvara değmeden öte tarafa geçişi gibidir. Alfa parçacığı negatif (!) bir enerjiye sahipmişçesine bu bariyeri aşar.
Klasik yasalarımıza aykırı bu olaya kuantum tünelleme adı verilir. Parçacık sanki bariyerde görünmez (!) bir tünel açıp ötesine geçmektedir. Gerçekte ise alfa parçacığının dalga bedeni bariyerin iki tarafında gözükecek şekilde yayılmış durumdadır. Bu dalga bedeninin çoğunlukla algılandığı yer çekirdek tarafı iken daha az ihtimalle de bariyerin öteki tarafı, yani çekirdek dışıdır. Sonuç olarak daha az ihtimalle de olsa alfa parçacığı dalga özelliği ile bariyerin öte tarafında da gözükebilmektedir. Bu sayede de radyoaktif maddelerin varlığından haberdar olabiliyoruz. Cümlemizi bu olay için de tekrarlayalım. Koşullar değişmemesine rağmen ilk bakışınızda alfa taneciği çekirdekte iken ikinci bakışınızda radyasyon şeklinde çekirdek dışında olabilecektir.
Peki, ama koşullar değişmediği halde defalarca dönüp baksak da monitörümüz, evimiz aynı yerinde durmaktadır. Kuantum yasaları aynı evrende olduğu hâlde neden bu düzeyde farklı çalışıyormuş gibi gözükmektedir? Cevabı, tekil kuantum sistemlerinden, trilyonlarca sayıda parçacığın-atomun etkileşimlerinden ortaya çıkan makro düzeye geldikçe belirsizlik (her an her yerde olma olasılığı) ve indeterminizm, yerini belirliliğe-determinizme, önceden kesin bir şekilde tahmin edilebilen, Newton yasalarının geçerli olduğu bir evrene bırakmaktadır. Bunun nedeni etkileşen atomların dalga desenlerinin Hilbert uzayında birbirine karışması, dalga yayılımının (yani her an her yerde olma durumu) daralması ve merkezi bölgedeki olasılığın çok çok çok .. yükselmesindendir (Şekil-1’de 5 tane parçacık için gerçekleşen ve daralan dalga desenini trilyonlarca sayıda atom için tek bir yerde artık tepe/pik yapar). Yâni soyut uzayda datanın içeriğindeki etkileşim arttıkça belirsiz takyonik kalıplar belirgin hale gelmektedir. Gözlem yaptığımızda çok çok çok .. büyük bir ihtimalle monitörümüzü aynı yerde görmemizin nedeni de işte tek bir bölgede “tepe yapma” durumudur. Şu an algıladığımız beden ve evrenimizdeki tek tip realiteyi yaşamamızın nedeni budur. Ama buna rağmen çok çok çok .. küçük de olsa monitörünüzü veya evimizi bıraktığımız yerde bulamama olasılığı da vardır.
Benzer şekilde kalın bir duvara doğru attığınız bir taş sonsuza yakın küçüklükteki bir olasılıkla da olsa duvardan geçebilir. Evimiz aynı anda birkaç yerde bulunamaz iken bir elektron/foton aynı anda her yerde olabilir. Örneğin, klasik fizik bakış açısıyla bizlere öğretildiği gibi elektronlar atomun çevresindeki yörüngede belirli bir zamanda belirli bir pozisyonda değil, küre biçimliyörüngenin her an her yerinde belirsiz bir hâldedir (Elektron yörüngeleri elektronların gözükme olasılıklarının en yüksek olduğu yerlerdir).
Hilbert uzayında tüm olası pozisyonlarıyla yayılan bir foton dalgası, elektronun belirsiz kabuğunun dalga yönüyle etkileşip algılama boyutumuzda parçacık olarak çarpmış gözükür. Gene algı düzeyimizde elektron da, anında sahip olduğu süperpozisyon [3] belirsizliğinden belirliliğe, yani parçacık davranışına çöker-döner ve fotonun enerjisini kendine katarak bir üst küre biçimli bulutumsu yörüngeye kuantum sıçraması yapar (= tam manasıyla ışınlanır, yeni pozisyonundaki bulunma olasılığını artırır) ve dalga yapısıyla her an her yerde olmaya devam eder. Hem foton hem de elektron etkileştikleri için şeye dönüşmüşlerdir.
[3] Dalga özelliğinin geçerli olduğu süperpozisyon durumunu çok hızlı dönen ve kanatlarının nerede olduğunu belirleyemediğimiz bir pervaneye benzetebiliriz. Herhangi bir cismi pervaneye değdirdiğinizde pervane duracak ve tek bir pozisyona indirgenecektir.
Atomaltı parçacıkların (örneğin elektronların) bu dalga özelliği meşhur “Çift Yarık”deneyi ile tespit edilmiştir. (Video‘yu izleyebilirsiniz.) Bu deney düzeneğinde elektron kaynağı bir aygıtın tek tek ürettiği parçacıklar çift yarıklı bir levhadan geçerek arka tarafta fosforlu bir ekrana çarpıp iz bırakmaktadır. Tek tek gönderilen -örneğin bin tane- elektron ekranda Resim-1’deki gibi bir girişim deseni oluşturmaktadır (Bu desende girişimin şiddetli olduğu yerlerde daha çok iz bırakacaktır). Fakat bir parçacık olan elektron, ekranda 2 ayrı aydınlık bölge oluşturması gerekirken (Resim–2’deki gibi) nasıl olur da girişim deseni meydana getirebilmektedir?
Cevabını elektronun dalga özelliğinde bulmaktayız. Tek tek yollanan elektronlar dalga özellikleri sayesinde iki yarıktan da aynı anda geçerek kendisiyle girişim yapmakta ve olasılık değerlerini değiştirmekte, bu şekilde ekrana parçacık olarak çarpmaktadır. Elektron üretecinden örneğin bin elektron yollanmasına rağmen girişim deseni nedeniyle ekranda binden daha az sayıda iz çıkacaktır (Resim-3’teki su dalgalarının girişimi fikir verme açısından iyi bir benzetmedir).
Parçacığın hangi yarıktan geçtiğini merak eden bilim insanları aygıttan gönderilen elektronu gözlemlemek amacıyla yarıklardan birine detektör koyduklarında ise Resim-2’deki deseni elde ederek şaşırmışlardır. Yani dalga deseni kalkmış, gönderilen elektronlar tek bir pozisyona indirgenerek hareket etmiştir. Detektörün tespit etmek için yollamış olduğu fotonlar yarıktan geçen elektronun dalga yönüyle etkileşerek elektronun süperpozisyonu çökertmiş [4] ve ekranda parçacık özelliğini yansıtmıştır. Yani bu kez bin elektron yollanmışsa ekranda bin tane iz çıkmıştır.
[4] Gerçekte bu etkileşimden dolayı bir çöküş gerçekleşmemektedir. Etkileşim datadaki potansiyellerin olasılıklarını artırıyor, fakat bu yüksek olasılığın dalga bileşenini çökerten gözlemcidir!
Elektronlar gözlemlendiklerinde tanecik yapısıyla tek bir yarıktan geçerken, gözlemlenmediklerinde ise aynı anda iki yarıktan da geçerek bu özelliklerini ekrana yansıtmaktadırlar.
Bu ilginç özelliği tespit ettikten sonra akıllara şu soru gelmektedir. Deneyin tümünde kullanılan araç-gereçler, elektronu parçacık özelliğine dönüşmesini foton yollayarak tespit eden detektörün kendisi, hatta deneyi yapan bilim insanlarının bedenleri de gözlemlenmediğinde dalga yapıda değiller mi? Peki, bu durumda, tüm bunlar olurken ilk-asıl gözlemci kim oluyor?
Alfa taneciğinin çekirdek dışında veya içinde gözlemlenmesine kim karar veriyor? Parçacığımızın her seferinde “a, b, c..” bölgelerinde görünüşünün müsebbibi kim veya nedir? Biz bakmadığımızda deney malzemeleri, duymadığımızda ortamdaki tüm sesler, dokunmadığımızda tüm yüzeyler, kısacası algılamadığımızda her şey olasılık dalgası halinde bulunmakta! Bu durumda ilk-asıl gözlemci, parçacıkları tespit eden algılayan, kendi de parçacıklardan oluşan beyin olabilir mi acaba? Beyin isimli gerçekte çok boyutlu varlık gözlerini dünyaya “ben bedenim” zannıyla açmıştır. Peki, algılandığı takdirde maddi olarak gözüken atomlar/cisimler gibi, atomlardan oluşan ve ilk-asıl gözlemci olabileceğini düşündüğümüz beynimiz maddi olmayan kuantum olasılık dalgalarınu nasıl çökertebilir?
Beynimiz de maddesel bir yanılsama değil midir? Beynimiz de katı, içi dolu mini minnacık atomik kürelerden [5] yapılı iken onu da algılayan kimdir/nedir o halde? Bu kısır döngüden çıkış yeni bir boyuttan olaylara bakarak, yani yeni bir bakış açısıyla mümkün olacaktır.
[5] Atomun küre gibi düşünülmesini sağlayan etrafında dönen elektron bulutları! Elektronlar noktasal, maddi yapılanmalar değil, çekirdek etrafında belirli olasılıklar içerisinde dönen enerjik yapılardır (küre-zarf). Ayağımızın, elimizin, derimizin altındaki-üzerindeki atomların negatif yüklü elektronları yeryüzünün veya dokunduğumuz cismin atomlarının elektronları tarafından itildiğinden beynimiz (?) bir katılık, doluluk var hissi olarak algılıyor. Elektron ile çekirdek arası ise kocaman bir boşluk, maddi bir yapılanmaya sahip değil! Eğer çekirdek 1 futbol topu büyüklüğünde olsa idi çevresinde dönen elektron 30 km ötede olacaktı, arada kalan alan ise tamamen boş. Katı-sıvı-gaz olarak algılanan bedenlerimiz, evrenimiz çok büyük oranda boş olan bu atomlardan oluşuyor.
Yazının başında “Kuantum Teoremi bize bu sorunun cevabının “RUH’un lokalize Algılaması” yoluyla olduğunu işaret etmektedir demiştik”. Kuantum fiziği bize algılayıcı olmadan ölçüm yapılamayacağını söylemektedir. Evet, algılayan bizdeki RUH boyutu, uzayından başka bir şey değildir. Algıladığımız gerçeklik bizdeki Evrensel Bilinç = RUH tarafından “madde” veya “zihin” olarak yaratılmaktadır [6].
[6] Burada RUH ile kastedilen “birimsel zihinler ≈ birimsel ruhlar” değildir. Cansız olarak kabul edilenden yüksek zihin kapasiteli canlılara kadar her varlığın, baktığı âlemde aynı fiziko-kimya kanunlarına tabi oluşu, yani bilimsel tanımıyla çöken dalga fonksiyonunun aynı sonuçlar vermesi herkesin özünde, aynı TEK RUH’un oluşundandır. Evrenlerimizi = birimsel zihinlerimizin içeriğini (duygular, içgüdüler, dışarıdaymış gibi algılanan örneğin kırmızı bir gülün rengi, şekli, kokusu vs.) an be an yaratan derindeki aynı RUH boyutudur. Evrensel kanunların gerçeklik kazanmasını/çökmesini sağlayan “ego/birimsel zihin/birimsel ruhlar” olsa idi, herkesin algıladığı fizik kanunları da çok farklı olurdu. Fakat canlıların (insan, hayvan, bitki) birimsel zihinlerinin, RUH’un bir nevi yerel, geçici uzantıları olmaları nedeniyle de kendi birimselliklerine has görüntü, ses, hisler zihinlerinin içeriği olarak RUH tarafından birim perdesine takılarak çöktürülmektedir. İki insanın birimsel zihinleri birbirine çok benzediğinden (%99,9) evrenleri de çok benzer olur/çöker, algılanır. Ama örneğin bir köpeğin zihni insanınkinden farklılıklar gösterdiğinden evreni siyah-beyaz olarak çökertecektir. Köpek zihninin insanınkindenfarklılığı da madde boyutuna renk algılayıcı pigmentlerin farklılığı olarak yansıyacaktır
“İlk-asıl algılayıcı-gözlemci, dalga yapıyı çökerten RUH’tur” fikri tüm bilim insanlarının ortak fikri değildir. Bu yüzden işaret etmektedir olarak belirtmek durumundayız. Kimi bilimci, ölçüm işlemi sonucu tek bir pozisyona çökmenin tamamen rastgele (Kopenhag yorumu) olduğunu, kimisi ise gerçekte süperpozisyon durumunun olmayıp bütün olası pozisyonların sonsuz paralel evrenlerin her birinde ayrı ayrı olarak yaşandığını (Hugh Everett yorumu) düşünmektedir. Bu iki yorumda daha derin boyuttaki Evrensel Bilinç’e = RUH’a yer yoktur. Bu üç ayrı görüşün ne demek istediğini bir örnekleme üzerinden daha da netleştirelim.
Radyoaktif bir atom çekirdeğinin bir protonunu nötrona dönüştürüp radyasyon yayarak daha kararlı hale geldiği olayları ele alalım. Kuantum teoremi hangi protonun nötrona dönüşeceğini bilemez, belirleyemez. Bütün protonlar birbirleri ile özdeş olmalarına rağmen örneğin neden 37. proton değil de 64. proton nötrona dönüşmektedir” in cevabı yoktur (gerçekte protonlara numara da veremeyiz, numara vermemiz bile iki protonun özdeşliğini bozacaktır).
Kopenhag yorumu (Niels Bohr ekibi) bu dönüşme işleminin tamamen indeterminist bir şekilde ve rasgele olduğunu söyler ve Einstein, “Tanrı zar atmaz” diyerek bu fikre karşı çıkar. Bu tip sonuçlarından dolayı Einstein ölene dek kuantum teoreminin tamamlanmamış, eksik bir teori olduğunu ve evreni daha alt düzeyde “Gizli Değişkenler” [7] olarak adlandırdığı mekanizma sonucu determinist olduğunu savunmuştur.
[7] “Gizli değişkenler” mekanizmasını RUH’un kendisi, takyonik varlıklar (melekleri) olarak görebiliriz.
Paralel evrenler yorumu ise gerçekte her evrende farklı numaralı bir protonun nötrona dönüştüğünü söyleyerek rasgeleliği ve üst üste binme durumunu ortadan kaldırır. Son görüş ise hangi protonun dönüşeceğini seçenin Evrensel Bilinç’e=RUH olduğunu söyler.
Biz ise mistik-tasavvufî bilgileri göz önünde bulundurarak, RUH’un belirli numaradaki protonları belirli bir hikmetle-amaçla ÖZGÜRCE seçip [8] çeşitli paralel evrenlerde sonuçlarını yaşattığı, kimisini de “hikmetle dahi kayıtlanmaz” bilgisi doğrultusunda tamamen hikmetsiz-amaçsız-rastgele (?) bir biçimde seçtiği-yarattığı kanâatindeyiz.
[8] RUH’un seçimi kendiliğinden meydana gelen tetiklenme mekanizması anlamındadır ve kendinden ötedeki bir şeyi seçmek anlamında değildir. RUH’un, bölünmez, parçalara ayrılmaz Holografik bir bütünlük olması sonucu oluşan KENDİNİ-KENDİNDEKİNİ BİLME, FARKINDALIK hali ile beraber seçim gerçekleşir. Örneğin, makbul bir dua sahip olduğu soyut enerjiyle RUH farkındalığında, o boyuttan, takyonik kalıplarla diğer “benlikleri” hatta tüm evreni özden etkileyip duadaki amaç doğrultusunda bağlantılı atomaltı parçacıkların davranışlarını etkileyerek belirli olaylar silsilesinibaşlatabilir (Çünkü düşünce denilen ışıktan hızlı takyonik yapılanmalar parçacık olarak algıladıklarımızın özüdür, özündedir). Bu tetikleme veya etkileme işlemi seçimdir.
Not: Evrensel Bilinç=RUH, “ben”lerimiz gibi bir kişiliğe/kimliğe sahip olmadığından “seçme” ve “Özgürce” ifâdeleri gerçeği yansıtmamaktadır. Maddeleşme RUH’taki mekanizmalar sonucu “Kendiliğinden” gerçekleşmektedir. Bu konuda Roger Penrose’un“Objektif İndirgenme (OR)” modeli araştırılabilir. 7 Ağustos 2009
Kuantum teoreminin bulgularıyla özümüzdekini anlamaya, özümüzdekine bakmaya çalışıp fikir edindikten sonra şimdi de sisteme özden-boyutumuza doğru olacak şekilde kısaca bakalım.
Hilbert uzayı çok boyutlu (x, y, z, t, …) uzayıdır demiştik. Zihnimizin, içsel yaşamlarımızın mekânı, kuant=stringlerin titreştiği içe kıvrılı oldukları uzaydır. Rüyalarla bu iç boyutumuza giriyorduk. Tüm yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız, sayılı nefeslerimiz, mekânda yer tutmayan hafızamız, korkularımız bu uzaydaki bireysel/kuantum tünellerimizde, yâni dalga bedenimizde saklanmaktadır. Tüm bu anlama bürünmüş bilgilerin işlenmemiş haldeki data fazının olasılık dalgasını çökerten ise Bilinç ve İrade sahibi Tümel RUH’tur. Kendinde potansiyel haldeki çok boyutlu DATAyı hikmetli/hikmetsiz seyretmeyi dilemesi (?) sonucu AN’da algılama gerçekleşir ve süperpozisyon halinde, belirsiz olan olasılık dalgası tek bir pozisyona indirgenerekçökerek “şey” [9] olur. Algılanmayan şey, RUHda her yerde, belirsiz (ışık hızından milyarlarca kat daha hızlı) olarak bulunur. [9] Ya ışık hızı altı bölgeye inerek, kuantlaşarak “madde dediğimiz şeyleri” ve bedenleri ya da ışık hızının üstünde ama ona yakın bir hıza inip bedene sahip canlıların “düşünsel şey”lerini oluşturur. Ayrıca, 1. bölüm 5. ve 6. dipnotlara bakabilirsiniz.
Bu belirsizlik soyut uzayın esiri kuvvet alanıdır. Bizim zamanımızın mekân olduğu bu alan dümdüzdür. Bu dümdüz uzay, dışa-bizim boyutumuza doğru eğrilerek, = melekî/kuvvet alanını belirginleştirerek ilk önce takyonik-hologramik kalıpların, sonra da maddenin-evrenimizin oluşmasına neden olur (Bu tıpkı madde evrenimizdeki kütle sahibi her varlığın dümdüz olan uzay-zamanı bir iç boyuta, evrenin üçüncü düzlemine doğru eğriltmesi gibidir) [10].
RUH’un bu şekilde kendi zamansızlık boyutuna göre –bir anlığına– katman katman algılayıp yoğunlaştırdığı (lokalize olduğu) yerlerde maden-bitki-hayvaninsü-cin-İNSAN boyutları o yerin kendisi olarak tecelli eder (dalga fonksiyonunun çökmesi). Çöken her şeyin malzemesi (esma/mana bileşeni) RUH’tandır. Maddesel olarak çöken şey, her ne ise algıladığı da kendi zihin içeriği olur. Örneğin, evren bizlerin parçacık olarak algılanan tarafıdır. Bedenimiz Evrenin kendisi olmaktadır.
RUH, kendini en yüksek boyutta (Halife olan) Hz. İNSAN olarak algılıyor bulur. Bu boyut RUH’un tüm özelliklerini kendinde açığa çıkarır [11] (külli esmanın talimi/”O’nu RUH ile destekledik” ayeti). İNSAN’ın da boyutsal katmanları melek, cin, nâs, hayvan, bitki, maden olarak algılanır ve bu boyutların kendi olarak evreni algılar veya algılamaz (maden-cansız ise). Her alt boyut bir üst boyutta içerik olarak bulunur (maden bitkiye, bitki hayvana…. melek İNSANa secde eder ve yapısında bulunur).
[11] Fakat bu RUH’un kendisi-tamamı olur anlamında değildir. Yani, kimliksiz/kişiliksiz TÜMEL “BEN”, sırasıyla Uzay-zaman balonunu şişirir, 4 boyutlu uzay-zamanda evrimsel süreçte fizik kanunlarını, bu kurallara itaat eden cansız maddeyi, etki-tepki prensibine göre yaşayan basit canlıları oluşturur. Daha sonra biyolojik çeşitliliğin evrilmesiyle beraber acı-korku hissini oluşturacak basit sinir sistemleri, daha gelişmiş duyguları üretecek karmaşık organizmalar ve tüm duygularının farkında olarak karar verebilen, içsel deneyimlere [12] sahip, etki-tepki (içgüdü) mekanizmasıyla Özgür İradesi [13] arasında gidip gelen nâs-cin olan “ben”likleri açığa çıkar [14].
[12] İçsel deneyimlerinin açığa çıkışı, kopup geldiğimiz asli vatanımız, iç boyutlar ile teması başlatmıştır. [13] Maden-bitki-hayvan-nâs-cin tecellileri programlarına tabi iken İNSAN program YAZAN varlığın adıdır. Düşünce gücüyle Levh-i Mahfuz’u (soyut uzaydaki hologram yapıları=yansıması olarak genetiğini) değiştirme gücüne sahip Özgür İrade, Akıl sahibi Bilinç varlıktır. KaderiKaderimizi yazmamızın ölçütü (=uzay-zamanı dilediğimiz gibi değiştirebilmemiz) kendimizi daha derin boyutlardaki benliklerde, içsel yaşamlarda bulmamızla orantılı olacaktır.
14] BENin “ben”ler olarak çöküşü uzay-zaman yanılsamasında belirli kanunlar çerçevesinde belirli bir süre alarak gerçekleşir
Dalga fonksiyonunun “birimsel zihinler” olarak çöküşünün yansıması sinir sistemlerinin evrimi anlamına gelmektedir. Zamanla çok sayıda bağlantılara sahip karmaşık nöron ağlarının ortaya çıkışıyla birlikte ilk “his”ler de açığa çıkmıştır. Bu hislerin yazıldığı kara tahtayı, zemini ve sürekliliğini, yani zihni [15] ortaya çıkartan mekanizma ise sinir hücrelerinin içsel manyetizmalarının düzenli bir yapıya kavuşması, eş-uyumlu [16] hareket etmesidir. Bu eş-uyumluluğu sağlayan da beynin ürettiği manyetik alandaki fotonların [17] “dolanık” halde bulunup birbirlerinin durumlarına göre hareket etmesi olabilir.
Zihnin ortaya çıkışından sonra milyonlarca yıllık süreçte meydana gelen mutasyonlar sonucunda kendi zihin içeriğinin farkında (=öz bilinçli) olan türlerin ortaya çıkmasıyla yeryüzünde halife ve muhalif varlıkların dönemi başlamıştır.