Bakara 1 -Elmalı Hamdi Tefsiri Ve Tefsir-i kebir Te’vilat Muhyiddin İbn Arabi

BAKARA: 1

” ” Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir. ” ” da bir âyettir. Fakat “” bir âyet sayılmıyor. ” ” da bulunduğu beş sûrenin hiç birinde âyet değildir. “” iki sûrede de birer âyettir. “” âyet değildir. Fakat “” birer âyet, “” de hepsinde birer âyet, “” iki âyet, ” ” bir âyettir. “” birer âyet değildirler. Ve bu saydıklarımız Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu mukattaattan (Kur’ân-ı Kerim’de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî (genel kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin ihtilaf edilen âyetlerinden birincisi ” ” dir.

Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler. Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir. Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan tek seslerdir ki ” ” gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir. O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir çeşit resmidir. Arapça’da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır. Bunlardan başka bir de mukadder mahrece =Mahrec-i mukadder, takdîrî (itibarî) mahrec demektir. Harfin sesi, belirli bir mahrece temas etmeden çıkıyorsa buna mahrec-i mukadder denilir.dayalı olup bizzat okunamayan tebaî (diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri “vav, ya, elif” müstear (eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden “lâm elif” ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.

Harflerin bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ… diye bir bir sayılarak anlatılır ve diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun ismi elifba’dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı zaman da “” şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.

Halbuki ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur.Demek ki ikisinin de değerini birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına göre “ebced” gibi mânâsız ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.

Mânâsının belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.

1. Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur’ân’ın i’cazına= “Kur’an’ın, sahip bulunduğu edebî üstünlük ve muhteva zenginliği sebebiyle benzerinin meydana getirilememesi özelliği” diye tanımlanır. işaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur’ân’a bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.

Medine döneminde inmiştir. Kur’an-ı Kerim’in en uzun sûresi olup 286 âyettir. Adını, 67-73. âyetlerde yer alan “bakara (sığır)” kelimesinden alır. Sûre, İslâm hukukunun ana konularıyla ilgili pek çok hüküm içermektedir.

Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.

Konusu
Kur’an-ı Kerîm’in kendine mahsus tertip ve üslûbu içinde şu ana konuları ihtiva etmektedir: İslâm’ın getirdiği inanç, ibadet ve hayat düzeniyle ilgili temel bilgiler; münafıklar, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, insanın yaratılışı, kabiliyetleri, imtihanı; İsrâiloğulları tarihinin önemli kesitleri, kâmil bir din olan İslâm’ın, daha önceki dinlerin evrensel kısmını ihtiva ettiği, buna karşılık onların –değişmesi, ıslah edilmesi, düzeltilmesi gereken– hükümlerini de ıslah ettiği; Hz. İbrâhim kıssası, Kâbe’nin yapılışı ve kıble oluşu; yiyecekler, kısas, vasiyet, oruç, savaş, hac, nikâh, boşama, dulluk, yetimlik, şarap, kumar, faiz, akidlerin yazılması, din ve vicdan hürriyeti, Allah-kul ilişkisi, örnek dualar vb. hususlarla ilgili hükümler ve irşadlar.

Bakara sûresi daha ziyade Fâtiha’nın, “doğru yolu bulanlarla ondan sapanlar”a işaret eden kısmının, örnekler ve tarihî vâkıalarla açıklanması gibidir.

Adı/Ayet Sayısı
Adını, 67-71. âyetlerdeki kıssadan almıştır. Buna göre Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ aracılığı ile İsrâiloğulları’na bir inek (bakara) kesmelerini emretmiş, onlar ise çeşitli bahaneler ileri sürerek bu emri sürüncemede bırakmışlardı.
Fazileti
Bakara sûresinin değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır: “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürker ve uzaklaşır” (Müslim, “Müsâfirîn”, 212). “Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların güçleri yetmez” (Müslim, “Müsâfirîn”, 252). “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet –o gece– ona yeter” (Buhârî, “Fezâil”, 10).

Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece hurma yığınının yanında Kur’an (Bakara sûresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd atın, çocuğu Yahyâ b. Üseyd’i çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd, Resûlullah’a gelerek durumu anlattı. Resûlullah ondan Bakara sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber’e söyleyince şöyle buyurdular: “Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi” (Müslim, “Müsâfirîn”, 242).

1- Elif. Lam. Mîm.
2- O Kitab…
Bakara suresi, Medine’de inzal olmuştur. Sadece 281. ayeti
Mekke’de Veda haccında inzal olmuştur. 286 ayettir.
“Elif. Lam. Mîm.” Surenin başındaki bu üç harf ile bütün olarak
varlığa işaret ediliyor. Çünkü “Elif”, daha önce değindiğimiz gibi ilk varlık
olan zata işarettir. “Lam”, Cebrail olarak adlandırılan faal akla işarettir.
Faal akıl, ara varlıktır; varlığın başından feyiz alır, varlığın sonuna feyiz
verir. “Mîm” ise, varlığın sonunu temsil eden Hz. Muhammed’e işaret
eder. “O Kitab…” Daire onunla tamamlanır ve başı ile birleşir. Bu
yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatemdir, mühürdür, sondur. Nitekim
Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Zaman döndü dolaştı, yüce
Allah’ın semaları ve arzı yarattığı ilk güne ulaştı.”
Selef alimlerinden birinin şöyle dediği rivayet edilir: “Lam” harfi, iki
“Elif”ten mürekkeptir.” Yani “Lam”, ilim sıfatı ile birlikte zat’ın karşılığı
olarak vazedilmiştir. İlim sıfatı ve zat, daha önce işaret ettiğimiz üç ilahi
âlemin ikisini temsil ederler. Dolayısıyla Allah’ın isimlerinden biridir.
Çünkü her isim herhangi bir sıfatla birlikte zattan ibarettir.
“Mîm” ise, bütün sıfatlarla ve fiillerle birlikte zata işarettir. Fiiller
aracılığıyla zat, ism-i azam olan Muhammedi surette kendini perdeler ve
ancak bilenler bunu anlayabilirler. Zatın sureti olan “mîm”de nasıl
gizlendiğini görmüyor musunuz? Çünkü “Mîm” harfinin yapısında “Miym”
“ya” harfi vardır; “ya” harfinde ise “elif” bulunur.
Hece harflerinin vazedilmesinin altındaki sır ise, her harfin içinde
mutlaka “elif” harfinin bulunmasıdır. Aşağıdaki değerlendirmeyi
yapanların bu yaklaşımı bizim açıklamamıza yakın bir mahiyettedir.
Diyorlar ki: “Bunun anlamı: her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah’a
yemindir. Çünkü Cebrail, ilim sıfatının mazharıdır, dolayısıyla “Alim”
ismidir. Muhammed ise hikmetin mazharıdır ve Allah’ın “Hakim” ismidir.”
Buradan hareketle “Allah’ın isimlerinden her birinin altında O’nun
sonsuz isimleri vardır.” diyenlerin bu sözlerini daha açık bir şekilde
anlayabiliyoruz. İlim, sebepler ve müsebbepler âlemi olan hikmet
âleminde fiile eşlik etmediği, dolayısıyla hikmete dönüşmediği sürece
tamamlanmaz, kemale ermez. Bu yüzden İslam da sırf “La ilahe
illallah” (Allah’dan başka ilah yoktur) demekle hasıl olmaz; islam’ın
hasıl olması için “ La ilahe illallah”ın “Muhammedur’rasulullah ”
(Muhammed Allah’ın rasulu’dur) ifadesiyle birlikte olması şarttır. Buna
göre ayetin anlamı şöyledir: Eliyf. Lam. Miym. O vaat edilen Kitab…
Yani “Kitabu’l cifr” (Cifir kitabı) ve “Kitabu’l camia” (her şeyi kapsayan)
ve ahir zamanda Mehdi’nin yanında olacağı vaat edilen o kitabı, Ondan
başkası hakiki anlamda okuyamaz. Cifir, Akl-ı kül denilen Kaza levhidir.
El-Camia ise, Nefs-i kül denilen Kader levhidir. Dolayısıyla Cifir ve
Camia Kitabının anlamı, olanı ve olacakları ihtiva eden iki kitab’dır.
Bakara suresi ve Neml suresi demek gibi.
“Onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir.”
Hakikâtte O’nun Hak olduğunda şüphe yoktur. Ya da ifadenin orijinalinin
başında “söyleme/kavl” fiilini takdir ettiğimizde, Onun Hak ile beraber
olduğunda şüphe yoktur, anlamını elde ederiz. Hak da bütün olarak tüm
varlıktır. Çünkü O, nebilerin, resullerin lisanında vaat edilen ve
Kitaplarında geleceği yazılan O Kitabın açıklayıcısıdır. Nitekim İsa (a.s)
şöyle demiştir: “Biz size tenzili (indirilmiş vahyi) getiriyoruz, tevili=söylediği bir sözü ya da yaptığı bir davranışı, görünür anlamından çekinip, başka bir anlamdaymış gibi göstermeye çalışma. ise ahir
zamanda Mehdi getirecektir.”
“O Kitab…” ifadesi delalet ettiği için, yeminin cevabı hazfedilmiştir.
Kur’an’ın bir çok yerinde yeminin cevabının hazfedildiğinin örnekleri
vardır. “Güneşe andolsun…” (Şems, 1) “Söküp çıkaranlara andolsun.”
(Naziat, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Yani, Tevrat ve İncil’de
Muhammed’le beraber olacağı vaat edilen Kitabı biz indiriyoruz. Bu
ifade hazfedilmiştir, çünkü “O Kitab..” ifadesi buna delalet etmektedir.
Yani önceki ilmin kapsamında bilinen ve Tevrat ve İncil’de vaat edilen O
Kitab, içine şüphenin karışmasına imkan olmayacak şekilde Hakk’dır
“Muttakiler için bir yol göstericidir.” Rezilliklerden, alçaklıklardan,
içindeki hakkı kabul etmeye engel olan perdelerden sakınanlar için bir
yol göstericidir.
Bil ki, insanlar akıbet açısından yedi gruba ayrılırlar. Çünkü insanlar
ya “said” mutludurlar ya da “şaki” bedbaht. =talihi kötü olan Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu.” (Hud, 105)
Bedbahtlar sol ehlidir (ashab-ı şimal), mutlular ise sağ ehlidir (ashab-ı
yemin). Ya da öne geçen mukarrebler (yakınlaştırılmışlar)dır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman.” (Vakıa, 7)
Sol ehli (ashab-ı şimal) olanlar, ya kendileri hakkında azap sözü hak
olan zulmet ve külli hicap ehli ezelden beri kalpleri mühürlenmiş
kimselerdir, ki yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf,
179) Bir kutsi hadiste de şöyle buyurmuştur: “Onları cehennem için
yarattım ve buna aldırmam.” Ya da münafıklardır. Aslında münafıklar,
fıtrat ve yaratılışları itibariyle nurlanmaya elverişlidirler. Ancak, rezillikler
edinmekten, günahlar işlemekten, hayvani ve yırtıcı fiilleri
gerçekleştirmekten, şeytani hileler peşinde koşmaktan kaynaklanan kir
ve tortularla kalpleri perdelenmiştir. Bunun neticesinde de fasıklık
karakteri ve zulmani melekeler nefislerinde kök salmıştır. Ters yüz
olmuşlardır. Bu yüzden en şiddetli azap onlar içindir ve ilk gruba göre
halleri çok daha kötü olur. Çünkü, yaratılıştan kaynaklanan
kapasitelerinin kalıntısı ile pratikteki halleri birbiriyle çelişmektedir.
Diğer iki grup ise, dünya ehli ve sağ ehlidir (ashab-ı yemin). İman
edip cennet için salih amel işleyen, cenneti uman ve ona razı olan
fazilet ve sevap ehline gelince, derecelerine göre yaptıklarını
karşılarında hazır bulurlar. Bunların her birinin, amellerine göre
belirginleşen dereceleri vardır. Bunlardan kimisi rahmet ehlidir;
nefislerinin selameti ve kalplerinin saflığı üzere kalırlar ve rablerinin bir
lûtfu olarak kapasitelerine göre cennetteki derecelere kavuşurlar. Bu
kavuşma amellerinin mirası olan kemallerine göre değildir. Yani
amellerinin karşılığı olarak değildir ilahi lütuftur.
Bir salih, bir de kötü amel işleyen, durumları karışık olan afv ehline
gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar: Bunların bir kısmı, daha baştan
itibaren afvedilirler; inançları kuvvetli ve az kötülük işlemelerinden dolayı
kötülük karakteri nefislerine yerleşmediği için ya da işledikleri
kötülüklerden tevbe ettikleri için. Yüce Allah, bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Bir kısmı ise, bir müddet azap görürler. Bu azap da
günahların onların içinde kökleşmişliği oranında belirlenir. Nihayet,
işledikleri günahların kir ve tortularından arınıp kurtuluncaya kadar azap
devam eder. Bunlara adalet ve ceza ehli de denir. Bunlardan
zulmedenlere, işledikleri kötülüklerin cezası isabet edecektir, ancak
sonunda, rahmet onları kapsar.
Üçüncü grup ise, ahiret ehlidir. Önde olanlar (sabikun) da, ya
sevendirler ya da sevilen. Sevenler, Allah yolunda hakkıyla cihad
ettikleri, O’na içtenlikle, gönülden döndükleri için, Allah’ın, kendi yoluna
ilettiği kimselerdir. Sevilenler ise, ezeli inayete, ilgiye mazhar olanlardır.
Allah, onları seçmiş ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakim) iletmiştir. Her iki
grup da Allah ehlidir.
O halde Kur’an, ilk grubu oluşturan bedbahtlar için yol gösterici
değildir; çünkü istidatları olmadığı için Kur’an’ın yol göstericiliğini kabul
edecek durumda değildirler.
İkinci grup (münafıklar) için de yol gösterici değildir; onlar da
istidatlarını yok ettikleri, sildikleri, bozuk akideleriyle bütünüyle
bastırdıkları için. İşte bu gruplar cehennemde ebedi kalacak kimselerdir.
Ancak Allah’ın diledikleri başka. Dolayısıyla, Kur’an’ın hidayeti, yol
göstericiliği son beş grup için geçerlidir.
Muttakilerin niteliği bunların tümünü içine alır. Sevilen, Allah için
süluk etmesinin sonucu gerçekleşen cezb ve vusul halinden sonra
Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır. Çünkü yüce Allah (c.c.) Habibine
şöyle diyor: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık.”
(Furkan, 32) Seven ise, Allah’a ve Allah için süluk ettiğinden hem cezb
ve vusul’dan önce hem de sonra Kitab’ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
Buna göre muttakiler şunlardır: İstidat sahibi olup orijinal fıtratları üzere
kalan, kalpleri berrak, nefisleri arı ve fıtri nurları baki olduğu ve Allah’a
verdikleri sözü bozmadıkları için şirk ve şüphe kirinden ve tortusundan
uzak kalan kimselerdir. Takvanın bu türü imandan önce gelir. İnşallah
ileride değineceğimiz gibi, takvanın imandan sonra gelen türleri de
vardır.

https://islamansiklopedisi.org.tr/mehdi

https://www.ahmedhulusi.org/tr/yazi/mehdi-ve-mehdilik

Share this content: