- “Allâh-u Teâlâ Hazretleri her yüzyılın başında bu dini ikame edecek birini bâ’s eder..
Değişen dünya şartları dolayısıyla, Hicrî takvime göre her
yüzyılın başında bir Müceddid/Yenileyici gelir ve dini (Risâlet
ve Nübüvvet işlevleriyle açığa çıkarılmış Allah ilmini/ Esmâ’nın
açığa çıkış sistemi bilgisini) geldiği günün şartlarına göre
yeniden anlaşılır hale getirir.
Müceddid, dinde yeni şartlar getirmez! Sadece dini,
geldiği zamanın anlayışına göre yeniden açıklayarak, insanlığın
faydasına sunar.
Böylece dinin hakikatini anlamanın açacağı yeni ufukların
getirisine ulaşmak için yarınını inşa eden insanlık, geçmişin
takıntılarıyla yaşamaktan kurtulur.
Bazı insanların ufku ise ölümlü beden sınırlarının ötesine
geçer… Onlarda sonsuzluğun getirisi olan hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir dimağın
düşünmediği nimetlere ermek için ânını değerlendirerek yaşarlar
dünyayı!
Ulü’l-Azm Rasullerinden olan Hz. Musa (a.s.)’nın
tenzih ağırlıklı açıklamalarının insanlarda meydana getirdiği
sapmaları düzeltme işleviyle gelen Hz. İsa (a.s.), Müceddid’lik
işlevinin açık bir örneğidir (belki de menşei)…
Ricâl-i Gayb’dan (görevli Velîlerden) olan Müceddid,
Ulü’l-Azm derecesindedir.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimizle Nübüvvet devri son
bulmuş ve bizzat kendisi tarafından yapılandırılan ve
insanlığın kıyametine dek yürürlükte olacak bir idarî sistem
olarak Velâyet (hakikati kavrama ve takdir edildiği ölçüde
gereğini yaşama) devri başlamıştır. Böylece Velâyet
kapsamında olan Müceddid’lik, bâtında (insanlara kapalı bir
şekilde) görülen bir işlev haline gelmiştir.
Şöyle ki…
Müceddid, yenileme işlevini Kutbü’l-İrşâd ile ortak
çalışarak gerçekleştirir. Müceddid, Kutbü’l-İrşâd’ın beyin
gücünden yararlanarak, yaptığı yenileme doğrultusunda dünya
üzerine beyin dalgalarını yayar ve o frekanslara açık olan
beyinler tarafından değerlendirilerek dünya çapında bir yenileme
gerçekleştirir.
İçinde bulunduğumuz Hicrî yüzyılın başında (1400-1410),
milâdî olarak 1980’li yıllarda görevine başlamış olan Son
Müceddid, kendisinden önceki Müceddid’lerden farklı bir
özelliğe sahiptir.
Önceki Müceddid’lerin işlevi, din anlayışındaki inançsal
yanlışları düzeltmekle ilgiliyken… Zamanımızın Müceddid’inin
işlevi ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vârisi olarak tüm
insanlığa yaygındır. O da, Kur’ân ve Rasulullah
açıklamalarındaki mecaz ve sembolik anlatımların dayandığı
gerçeklerin bilimler eşliğinde açıklanması işlevidir. Bu işlev,
kendisinden sonra başka bir Müceddid’e ihtiyaç bırakmayacak
kapsamda bir yenileme işlevidir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Mekke’de doğan Risâlet
güneşi, günümüzde Son Müceddid ile batının modern bilimleri
eşliğinde tekrar yükselişe geçmiş ve tüm dünya insanını
aydınlatan bir ışık halinde parlamaktadır! Öyle bir ışık ki
kendisinden sonra nice nesilleri aydınlatacak ve esenlik
olacaktır.
Ne mutlu O’nun nuruyla aydınlananlara…
Müceddid’lik işleviyle ilgili daha fazla bilgi isteyenler
Üstâdım Ahmed Hulûsi’nin konuyla ilgili yazılarını
okumalarını tavsiye ederim.
BU KISA ÖN BİLGİDEN SONRA, biz konumuz olan
hadis üzerinde düşünmeye devam edelim.
Sadreddin Konevî (k.s.) Hz.lerinin de kitabında belirttiği
üzere hadisteki inceliklerden bir tanesi Müceddid’in bâ’s
olmasıdır ve bir diğer incelikte bâ’s kelimesinin Allah ismine
bağlanmasıdır.
Yani “Rahman bâ’s eder…” demiyor, “Allah bâ’s
eder…” diyor.
Bunun sebebi Allah isminin “Ulûhiyet”e işaret etmesiyle
ilgilidir.
Ulûhiyet’in manasını Üstâdım Ahmed Hulûsi, “Allah
Esmâ’sındaki Muazzam, Muhteşem ve Mükemmel
Özellikler” isimli yazısında şöyle açıklar:
“Ulûhiyet” hem “HÛ” ismi ile işaret edilen “Mutlak
Zât” anlamını içerir hem de “Zatî” ilim mertebesinde, ilmiyle
ilmini seyir anlamında oluşmuş, “nokta”lar âlemlerini, her bir
“nokta”yı oluşturan kendine özgü “Esmâ” mertebelerine işaret
eder! “Zât”ı itibariyle, “şey”in ayrı, “Esmâ”sı itibariyle
“şey”in aynı olan Allah ismiyle işaret edilen; âlemlerden
Ğaniyy ve benzeri olmayandır! Bu yüzdendir ki “şey”i ve
fiillerini Esmâ’sıyla yaratan Allah ismiyle işaret edilen,
Kur’ân-ı Kerîm’de “BİZ” işaretini kullanmaktadır. “Şey”de
kendisinin gayrı yoktur! Bu konuda çok iyi anlaşılması gereken
husus şudur: “Şey”den söz ettiğimizde “şey”in zâtı derken onun
varlığını oluşturan “Esmâ mertebesinden” söz ederiz. “Şey”in
zâtı hakkında tefekkür edilir, konuşulur. Allah adıyla işaret
edilenin Zâtı hakkında ise konuşmak muhaldir; yani
kesinlikle olanaksızdır! Çünkü Esmâ özelliğinden meydana
gelmişin, mutlak Zât hakkında fikir yürütmesi, “vahiy” yollu
gelmiş bilgi ile dahi olsa -ki bu da olanaksızdır- mümkün olmaz!
İşte bunu anlatmak sadedinde yolun sonu “hiç”likte biter,
denmiştir!”
Dolayısıyla hadisteki “Allah bâ’s eder…” ifadesinin
anlamı:
“Yaşadığı zamanın şartlarına göre Allah indindeki
dini, bilimler eşliğinde açıklayarak tekrardan insanlığın
yararına sunacak olan Son Müceddid, hakikatinin kemâline
uygun bir anlayışla kulluğunu ifa edecektir.”
HADİSTE GEÇEN “BÂ’S” KELİMESİ aslında önemli
bir inceliğe işaret eder…
Şöyle ki:
Birimin kulluğu, işlevinden önce gelir… İşleviyse içinde
bulunduğu şartlara göre kulluğunun gereğini yerine
getirmesidir
Örneğin bir kişi aile içindeki durumuna göre veya toplum
içindeki statüsüne göre ya da iş ortamında mesleğine uygun bir
vasıfla tanımlanır. Tüm bu vasıflamalar kişinin içinde
bulunduğu ortam, şartlar ve beraber olduğu kişilere GÖREdir!
Fakat kişi hangi ortamda, kimlerle nasıl ve ne şekilde beraber
olursa olsun ve buna göre hangi vasıfla anılırsa anılsın, o her
halükarda insandır.
Yani kişinin insanlığı, esas (pâyidâr); işlevi ise ortam ve
şartlara göre değişkenlik gösterdiğinden izafîdir.
Bundan dolayı Kelime-i Şahâdet’te:
“Muhammeden AbduHu ve RasuluHu” denmek
suretiyle, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kulluğu Risâlet işlevinin
önüne geçirilmiştir.
Aynı şekilde Müceddid’in kulluğu esas olup,
Müceddid’lik işleviyse içinde bulunduğu ortam ve şartlar gereği
kulluğunun bir özelliğinin gün ışığına çıkmasıyla aldığı
unvandır.
İşte bundan dolayı hadiste bâ’s kelimesi kullanılmıştır.
Son Müceddid, kuantum fiziğinin ve teknolojisinin
yaşandığı bir çağda meydana geldiğinden, dini bilimle
sentezleyerek Allah’a kulluğunun gereğini yaşar ve bu yaşantısı
onu zamanla, Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz tarafından organize
edilmiş Velâyet kurumundaki Müceddidlik konumuna getirir.
Daha iyi anlaşılması için konuya bir başka örnekte
Nübüvvet işlevidir.
Malum olduğu üzere Nübüvvet işlevi, Risâletin bildirdiği
hakikate imanın gereği olarak, kişinin ölüm ötesi yaşama
kendini hazırlaması için dünya yaşamında yapması gereken
çalışmaların bildirimidir.
Şayet Nübüvvet işlevini yapabilme potansiyeline sahip
bir insan varsa eğer, şartlar onu bir şekilde bu işlevi yapma
noktasına getirecektir.
Buna mukabil ölüm ötesi yaşam şartları böyle bir işlevi
gerektirmediğinden, bu kişinin işlevi ölüm ötesi yaşama
geçtikten sonra bitecektir.
Bu defa içinde bulunduğu yeni yaşam boyutunun şartları,
kulluğunun başka bir özelliğini gün ışığına çıkarabilir buna
uygun başka bir unvan alabilir…
İşte bu yüzden “birimin işlevi, içinde bulunduğu
şartlara göre kulluğunun gereğini yerine getirmesidir” dedik.
Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) Hz.lerinin de söylediği gibi:
“Suyun rengi, kabın rengidir”…
Doğrusunu bilen Allah’tır.